Çelişki, Sarsıntı, Kıyıdaki Çocuklar ve okuyucuyla bu ay buluşan Köksüzler kitaplarının yazarı Barış İnce ile İzmir'de geçen son romanını konuştuk.
Aslında çoğumuzun BirGün Gazetesi’nden tanıdığı Barış İnce, uzun yıllar gazetede çalıştıktan sonra edebiyata yöneliyor. Gazetecilikten daha mutlu olduğunu söyleyen İnce, "Bu, ülkeme dair sorumluluğum bitti anlamına gelmiyor, ben yine konuşuyorum" diyor.
İnce’nin "sert ve sınıfsal bir kitap" olarak tanımladığı son kitabı Köksüzler, İzmir’de geçen bir hikaye. Köksüzler’i okurken İzmir’in hem tarihini hem kent kültürünü yaşıyorsunuz; sokaklarında dolaşıyor, 'eski İzmir'i görüyorsunuz.
Biz sorduk, Barış İnce, ‘Köksüzler’i anlattı. Biraz da kentin kültür-sanat hayatından dem vurdu… “Kültür sanat bir aradalıktır” diyen İnce bu konuda İzmir’i ‘çorak’ bulduğunu söylüyor ve bu anlamda İzmir’i “Entelektüel camianın bir arada olduğu, birlikte düşündüğü, ürettiği bir yer halinde olmaktan çıkmış” diye tarif ediyor.
- Kitabı okurken bir sinema filmi izliyormuş hissine kapılıyorsunuz. Bu hisse, her kitapta bu kadar temiz ve bariz kapılamıyorsunuz. Varyant, Kadifekale taraflarına hiç gitmemiş biri kitabı okuduktan sonra gitse çok rahat yolun yönünü bulabilir gibi… Köksüzler’i yazma sürecinizi anlatabilir misiniz?
Evet, biraz öyle bir yönü var. Bunun nedeni çalışma evresinin uzun sürmesi oldu. Aslında ben 4 yıldır bir 'şey' yazmıyorum. Dergilere yazıyorum, kendi dergimi çıkarıyorum, bir de edebiyat dersleri veriyorum. Bu süreçte kafamda şu vardı: "Ben kentin değişimiyle ilgili bir şey yazacağım." Şöyle ki son yıllar içerisinde üç yerde yaşadım. İzmir doğumluyum, üniversiteyi kazanıp gittim İstanbul’da yaşadım. Orada bir hayat gördüm ama orada bile pek çok kez çeşitli nedenlerden dolayı taşındık biz. Öğrencilik, ev tutuyorsunuz, bekar evi… Bu taşınma her gittiğiniz yerde yeni insanlar demek. Sürekli bir değişim. Sonra İzmir’e geldik, geldikten 2-3 ay sonra bana burs çıktı, Hamburg’a gittim. Bir 6 ay da Hamburg’da yaşadım ve oraya tam böyle ısınmıştım ki, sonuçta dönmek gerek, geri döndüm. Yine bir alışma evresi. Burada da taşınmalar sürerken bu değişim insanda nasıl bir algı yaratıyor diye düşünmeye başladım ve bunu yazacağım diye düşündüm. Bunu düşünürken de İzmir tarihi okumaya başladım. İzmir ile ilgili kent sosyolojisi… İzmir’i merkeze almayı düşündüm, İstanbul ve Hamburg bağları da olur dedim çünkü oraları da bu gözle izlemiştim. İzmir ve kentle ilgili pek çok şey okudum. Okurken değişik değişik hikayeler gördüm; Buca’ya dair, Kale’ye dair. Bayramyeri; anneannem orada oturuyordu, biliyorum. Damlacık; çok ilginç bir yer. Ben giderken böyle değildi, döndüm; şu an ölü, hayalet bir şehre dönmüş. Çünkü altından bir tünel geçirmişler ve tünel geçtikten sonra orayı boşaltmışlar. Tüm bunlar kafamı kurcaladı ve oraları gezmek, oralara dair bilgiler toplamak uzun sürdü. Bu bilgi toplama evresinde bir tane belgesel çektim. İsmi “Kabuğu Kırmak.” O da Kadifekale’de geçiyor. Orada sinema gözüyle baktım oralara; o görsellik kitaba da sızmış. Orada gördüğüm renkler, sokaklar hepsi var. Ben sadece çekim yapmadım, kurguda da yer aldım, "şurayı kes, şurayı yapıştır" derken neredeyse bütün sokakları gördüm. Bir kere görüp aklınızda tutamayabilirsiniz; ben hem gördüm hem de izledim. Öyle olunca da şu an "tarif et" deseniz ben size yerdeki çiçeğinden kedinin nereden koştuğuna kadar tarif edebilirim. Bunlar avantaj oldu; kitaba da sızmış. Sizin gibi söyleyenler çok oldu. Nedeni çalışma evresinin uzun sürmüş olması.
- Çalışma evresi uzun sürdü… Peki yazma süreci? Bir solukta bitti mi?
Yazma süreci daha kısa sürdü. Epey not vardı, epey biriktirmiştim. Ve o uzun dönem yazmamanın da verdiği coşkuyla daha da hızlı oldu. Tabii bu dönemde hiçbir şey yazmadım demek de doğru olmaz çünkü yazmazsanız da tıkanırsınız. Öyküler yazdım; yazdığım öyküler içinden kullandıklarım oldu. Oradaki bir karakteri mesela sevmiştim, onu aldım, romana girdi. Damlacık’ı daha önceden de bir öykümde yazmıştım çok kısa. O öykü karakterinin birkaç huyu ve mekanı girdi. Bunlar romana sızmış oldu.
KÖKSÜZLER; SERT, SINIFSAL BİR KİTAP!
- Köksüzler, diğer kitaplarınızdan farklı olarak nasıl bir kitap?
Bu kitap bugüne kadar yazdıklarımdan ve bence şu anki edebiyat içerisindeki kimi ürünlerden farklı olarak; sert, sınıfsal bir kitap. Sınıfsal yönü ağır basıyor. Burada da sert bir dil kullandım aslında. Anlatıcı da karakterlerin düşünce dünyasına uygun bir dil kullanıyor. Buradaki yazılanlar, her şeyi yazalım görüşü değildir. Bu aslında bir çeşit serbest dolaylı anlatım da diyebileceğimiz, oradaki karakterlerin ve atmosferin diline uygun bir anlatımdır. Daha bıçkın bir dil var. Sert bir üslubu da olabiliyor. Mesela, “namuslu bir hayat, namussuz bir ganimet üzerine kuruludur” diye bir cümle var; bu her zaman böyle olacak değil, ben bunu bir Konfüçyüs ya da Nietzsche gibi yazmış değilim. Bu tamamen oradaki yoksul insanların, yırtma duygusunun dünyası. “Kardeşim sen şu an çok namuslu takılıyorsun da sen de burayı ilk kurarken epey bir şeyler götürdün ve şu an ahlak dersi veriyorsun da geçmişini hatırla.” Buradaki defineci gençler de onu düşünüyor. Buradaki pek çok insan, İstanbul’da da benzer bir şekilde, gayrimüslimlerin evlerine kondu, diye düşünüyor. Sen bunların üzerine bir şeyleri bina ettin ve şu an çok namuslu bir hayat yaşıyorsun. Ben bunu yapamadım, benim için de bir şey lazım. Maalesef ki böyle. Her toplumsal kırılma noktasında birileri yırtmış. 6-7 Eylül olayları, İzmir yangını sonrası olanlar, tüm bu toplumsal kırılmalardan sonra birileri yırtmış. İsyanlardan, savaşlardan sonra… anlatmaya çalıştığım şeyler biraz bunlar. Yitik, kaybedenler dediğimiz kesimler bu anları bekleyerek, kollayarak, buralardan bir yırtma çabası içine girmişler. Çünkü şunu biliyorlar; 10 yılda, 20 yılda bir, bir şeyler oluyor. Bakın 2001 krizine; ondan sonra da zenginleşenler oldu. Şimdi yine mutlaka olacaktır. Eğer toplum planlı bir şekilde bu işi çözemezse, bu tarz küçük küçük yırtma çabaları artacaktır. Aslında bunu hissettirmeye çalışıyorum okura. O yüzden dili de buna biraz yakındır. Ama bunu yaparken çok erkek egemen bir dil kullanmamaya çalıştım. Ana karakter Nihan… Nihan’ın da duygu dünyası var, gel-gitli bir yanı var.
- Definecilikle ilgili de çok fazla detay var kitapta…
Bugün İzmir’de nereyi kazsanız altından kalıntı, tarihi eser çıkıyor. Bu kitabı yazmadan önce define forumlarına üye oldum, tartışmaları takip ettim. Biz lisedeyken, Örnekköy tarafında defineciler vardı, onları hatırlıyorum, konuşmalarının biçimini biliyorum. Daha sonra ben Çelişki adlı kitabımda onların konuşma biçiminde çok kısa bir şey yazdım, "Deli Sabri" hikayesinin içerisinde. Bunu geliştirmem lazım diye bakınırken forumlarına girmeye başladım; YouTube’da videoları izliyorum, forumda tartışmalar çıkıyor, birbirlerine küfredenler... Ne tartışmalar var görseniz. Sen define buldun diyelim; uyduruk bir taş gösteriyor, bu define diyor, bunu paraya çevirmen için benim seni birileriyle tanıştırmam lazım, bunun için de bana komisyon ücreti ödeyeceksin diyor. Atıyorum 5 bin istiyor, 5 bini alıyor yok oluyor. Ya da tehdit ediyor, diyor ki bak ben seni ispiyonlarım. O yüzden şöyle bir laf vardır; ilk gösterdiğine satman şart. Yoksa yayılır bu iş. İllegal olduğu için pek çok problem var. Kurguladığınız şey yarın öbür gün doğru çıkarsa da şaşırmam.
'Kabuğu Kırmak' Adlı Belgeselinin Festival Gösteriminden
- Sinemaya ilginiz var mı?
Aslında iyi bir sinema bilgim olduğunu söyleyemem ama çalışıyorum. O konuda da kendimi geliştirmek için uğraşıyorum.
- Ben sinemacı olsam, Köksüzler’i sinemaya uyarlamak isterdim…
Aslında bir senaryo çalışması vardı. Benim bir önceki kitabım Sarsıntı romanı senaryoya çevriliyordu. Orada da çalıştık, o senaryo yapısını öğrendim ben. Onunla ilgili kitaplar okudum. Biraz çalışkan bir yapım var, baya uğraştım onunla ilgili. O da bana bir şeyler kattı. Dramatik yapının, kurgunun akışkan olması konusunda katkı sağladı sinema. Daha akıcı hale geldiğini düşünüyorum. Okuyanlar da genelde sürükleyici buldu.
- Bir sinemacı gelse, “Barış Bey, Köksüzler’i sinemaya uyarlayalım” dese…
Buna ancak “oley” denir. Başka bir şey diyemem. Ama senaryo ekibinde olmak isterim. ‘Al bunu yap’tan ziyade bir yerlerinde olmak istiyorum çünkü öğrenmek isteyen bir insanım. Daha bu anlamda yaşımın -normalden belki yaşlıyım ama- bu işler için genç olduğunu düşünüyorum ve öğrenmek arzum hep var. Ve bu alanlarda kendimi geliştirmek istiyorum. Eğer böyle bir fırsat olursa ve ben de içinde yer alırsam sevinirim, çok mutlu olurum. Fakat şunun da farkındayım; romanı ‘senaryoya dönüşsün’ diye yazmıyorum. Çünkü böyle düşünürsem eksik olabilir bazı şeyler. Anlatıcı hataları olur, pek çok şey olabilir. İç ses yapamazsınız mesela sinemada eksik olur. Romanı roman olarak yazıyorum, ama daha sonra bunu senaryoya dönüştürme ihtimali olursa, ona da kafa yormak isterim.
- Kitapta, her bölümün sonunda geçişler yapmışsınız, sinema filmdeki geçiş sahneleri gibi…
İlk kez siz yaptınız bu tespiti. O bölümleri kamera gözüyle yazdım. Yani şöyle; bir kamera olay bittikten sonra pat pat pat bir şehirdeki çeşitli sahneleri çekiyor. Tamamen o gözle yazdım. Sadece o bölümler, evet sinema sahnesi.
‘DOĞURAN İZMİR, YOĞURAN İZMİR’
- Satır aralarında İzmir eleştirileri görüyoruz, İstanbul’dan göç konusu örneğin… Son yılların İzmirine dair olumlu ve olumsuz yöndeki eleştirileriniz neler?
İzmir bu konuda en cazip şehirlerden bir tanesi. Kendini en korumaya çalışan, geleni kendine benzeten. Ben böyle bir şehir daha önce görmedim. Bu kadar çok kendine benzeten bir şehir yoktur. Burada yaşamaya başlayan bir kişi İzmir’e benzer.
- İzmir’e benzemek ne demek?
İzmir’in bir kültürü vardır, o kültüre uyum sağlar. Bir cümle var kitapta; ‘Doğuran İzmir, yoğuran İzmir’ şeklinde. Onu demek istiyorum. İçine alır, yoğurur. Dişi bir şehirdir bu anlamda. Bunları düşünerek daha pozitif şeyler söyleyebilirim tabii. Ama buna rağmen bu kadar değişimin olması ve bu kadar yıkıcı değişimin olması üzücü geliyor bana. Evet şehir gelişiyor, evet yeni yeni yerler açılıyor ama Cincibir gazozu artık yok ya da sokak midyecileri yok. Siz İzmir’in neyini beğeniyorsunuz acaba? İzmir bu değildi. İzmir o kadar değişti ki ve İzmir o kadar İstanbul’a benzemeye başladı ki… İstanbul’dan kaçıp geliyorsunuz ama İzmir’i İstanbul’a benzetiyoruz. Bunu İstanbullular yapıyor diye söylemiyorum. Müteahhitlerin kafası, sermayenin kafası bu yönde. Çünkü sermaye, piyasa satacak. Bu bir eleştiri noktası olarak duruyor. Aslında kentlerin değişimi çok hızlı oluyor, bu hızlı değişim içerisinde insanlar da bu değişime adapte olabilmek için, ayak uydurabilmek için bir köksüzlük hali yaşıyorlar. Uzun vadeli kimse düşünmüyor, herkes kısa yoldan kazanmak... Çünkü değişim o kadar hızlı ki… O değişime ayak uydurabilmek için hızlıca bir şeyler yapmaya çalışıyor.
KÖKLEŞEMİYORUZ
- Kitapta da bunu anlatıyorsunuz...
Define… Definenin metaforu biraz da “kolay yoldan yırtmaktır.” Kitapta fark etmişsinizdir, kripto para… bir akrabası kripto para kazanıyor ve ona sinirleniyor. Aslında sinirlenmesinin nedeni o yırtmak isterken sen yırttın. Mesele bu. Yetişme telaşı… Hepimiz bu hızlı değişime yetişmeye çalışıyoruz. Bu beni çok rahatsız ediyor. Öyle bir şey ki, artık hiçbir gençte şunu görmüyorum; “Ben gireyim bir işe 30 yıl çalışayım, evim olur, arabam olur, güzel bir yaşam olur.” gibi bir beklenti yok. Bu mümkün değil çünkü ayda 5 bin 500 liraya. Kim ev, araba alabilir? Kitapta bir bölümde eski İzmirlilerden bahsediyor; evini arabasını yazlığını almış, artık geç kalkarak da yaşayabilen, o namuslu ve gururlu esnaf artık yok. Böyle bir şey mümkün değil. Artık hızlıca yırtmak… Çünkü sürekli bir devinim ve değişim hali. Bu değişim iyi yönde bir değişim değil. Bocalama hali… Bunlar bir köksüzlük yaratıyor. Benim eleştirilerim bunlar. Yoksa “İstanbullular gelmesin” gibi değil, yanlış anlaşılmak istemem. Herkes istediği yerde yaşasın. Buradaki bir insan da gidip daha güzel bir ülkede yaşamak isteyebilir. Bunlara karşı değilim. Ama bir yeri niye sevdiniz? Datça’ya gittin yerleştin, “Niye burada AVM yok?” diyorsan, Datça değil orası. Orası Zeytinburnu olabilir, Bakırköy olabilir. Öyle düşünmek gerekiyor. İnsanlar şu an Küba’ya tatile gidiyorlar, gelenlerle konuşuyorum, “Abi hiçbir şey yok, internet çekmiyor” diyorlar. Sen burayı oraya taşımak istiyorsun aslında. Orası bir ada. O adanın kendi hayatı, koşulları ve kurgusu var. Bunlar ilginç şeyler. Kitapta vurgulamak istediğim bir şey de “taşınma” olgusudur. Çok sık taşınıyoruz. “Doğduğumuz evlerde ölelim”i kastetmiyorum. Mutlaka farklı yerler keşfetmeli, aramalı. Ama bir güven vardır; mahallen, sokağın, insanlar, tanıdıkların, dayanışma… Bu kültür tamamen yok oldu. Mutsuzluk halimiz var ve o mutsuzlukla birlikte yer değiştirdiğimizde, ev değiştirdiğimizde huzura ereceğimizi zannediyoruz ve bir türlü olmuyor. Ekonomi bir yandan, kültürel problemler bir yandan her şey bizi mutsuz ediyor, mutsuz ettikçe taşınıyoruz ve kökleşemiyoruz böyle olduğu zaman. Dedemin gittiği muhallebiciye gidemiyorum, babamın annemle gittiği sinemaya gidemiyorum. İzmir’e geldik, İzmir Sineması’na uğrayalım dedik, altında otopark gibi bir şey vardı, sinema yok.
KAYBEDENLER BİTİK İNSANLAR DEĞİL, YIRTMAYA ÇALIŞAN İNSANLAR!
- Az önce “not biriktirmek”ten bahsetmiştiniz… Bazı yazarların rutini vardır; kimisi hep aynı mekanı tercih eder ya da bir yeri vardır gider kapanır yazar çıkar… Sizin kitap yazma süreçlerinize dair bir rutininiz var mı?
Benim hayatım standart. Çok değişmiyor. Aynı yerlere gidiyorum, aynı kafelerde oturuyorum. Buraya geldiğimden beri bir yerde içeceksem aynı yerde içiyorum. Aynı yerlerde olmayı severim. Ama şöyle de takıntılarım yok; ille de denize bakacağım… Ne mümkünse o şekilde yazıyorum. Bir eksen üzerinde oluyor. Öncelikle ne yapacağımı bir his olarak tasarlıyorum. Kentleşme ve değişim, taşınma meselesi kafamı çok kurcaladı. Dönüşüm, kent meseleleri… Bir de Hamburg’a gidince gözlem yapıyorsunuz. Onlar kafamı kurcaladı. Okumaya başladım, okudukça notlar alıyorum, ilginç hikaye bulunca insanlara anlatıyorum. Mesela giriş bölümleri tarih kitaplarından. Bir kısmını kurguladım, değiştirdim, dönüştürdüm ama temeli doğrudur. Onları gördükçe şaşırıyorum. İzmir’in tarihini okurken seçimi şöyle yaptım; iyi şeyler değil de tuhaf şeyleri seçtim. Çünkü tarih boyunca kaybedenler oldu ve o kaybedenler aslında bitik insanlar değil, yırtmaya çalışan insanlar. Yırtma çabalarını hep gördüm. Bu benim dikkatimi çekti. Mesela Bahri Baba Parkı’nın bir siyahinin denize vurmasıyla olup ve daha sonra onun türbesi üzerinden arsa kapma fikri, müthiş bir fikir olsa gerek. Şu anki kentsel dönüşümün özünü oluşturuyor. Önce AVM kurarsın ya da önce bir tramvay getirirsin gibi… Taa kaç yüzyıl öncesinden aynı meseleler aynı şekilde gözüne çarpmış. Herkes o zamanlar da kolay yoldan yırtmanın peşindeymiş. Bunları gördükçe notlar aldım ve bir yerde kullanırım dedim. Böyle böyle birikti… Eksene uygun olanları seçtim.
Yazı Atölyesinden
- Gazetecilik yapıyordunuz, tabir-i caizse ülke gündemini belirliyordunuz, daha günlük daha yoğun yaşıyordunuz… Ne oldu? Bunlardan vazgeçmek kolay bir karar olmamalı… Sizi edebiyata yönelten -ya da belki iten- ne oldu?
Teknik olarak; yazım açısından gazetecilik aktarandır, kendiniz çok şey katamazsınız. Edebiyat ise kendi hislerinizin, duygularınızın, etrafınızdaki duyguların bir birleşimi olarak çıkabiliyor, daha öznel bir şey bu anlamda. Gazetecilik doğası objektiftir. Bu durumda öznelliğe ulaşabilmek için öyküler, denemeler yazmaya başladım. Bunların da ilgi çektiğini görünce bir roman çıkardım ‘Çelişki’ diye. O epey bir ilgi gördü ve sevdiğimi fark ettim. Gazetecilikten daha mutlu oldum, bunu seviyorum. Yorgunluk da olmuştu. Çok zor şartlarda, zor süreçlerde çalıştık. Başarılar elde ettik, kimini memnun ettik, kimini edemedik. Ve rutine biniyor, 12 sene aynı yerde aynı görevdesiniz, sevdiğim şeyleri yapamıyorum. Kitap çıkarmışım, sizinle oturamıyorum çünkü akşam 10’a kadar çalışmanız gerekiyor, WhatsApp grupları susmuyor, haber peşindeyiz. Yani “yetmez mi” dedim, “yeter herhalde” dedim. Bu ülkeme dair sorumluluğum bitti anlamına gelmiyor, ben yine konuşuyorum. Bir ay önce Halk TV’ye çıktım aynı şeyleri söyledim, ille de orada yönetici olmam gerekmiyor. Sert bir geçiş de olmadı, bir süre destek oldum burada. İzmir büroyu tekrar kurduk, yumuşak bir geçişle oldu. Daha sonra ben tam olarak istifa ettim, basın kartımı iade ettim. Çünkü başka işler de yapıyorum; edebiyat dersleri veriyorum, film çekiyorum.
- Yazı atölyeniz vardı, pandemi döneminde kapanmıştı sanırım. Tekrar açmayı düşünüyor musunuz? Devamında… İzmir’de bir şeyler yapmak istiyor musunuz?
Pandemi bitince kapattık, direndik aslında salgın boyunca. Online atölyeler yapıyorum. Kitap söyleşileri oluyor, “Edebiyat Atölyesi” diye bir dergi çıkarıyorum. O biraz zaman alıyor, üç ayda bir de olsa çalışmaları güzel. Bunlar yeterli oluyor. Çok bir şey kazanmıyoruz belki ama geçiniyoruz yani…
KÜLTÜR SANAT, BİR ARADALIKTIR
- İstanbul’daydınız, Hamburg’daydınız. İzmir’i kültür, sanat ve edebiyat yönünden değerlendirecek olsanız… Bir yazarın burada yaşayıp yazması… Neler dersiniz?
Belediyelerin bu konuda çabaları var, insanların da merakı var ama biraz çorak buluyorum. Bunun çeşitli nedenleri olabilir. Buradaki insanlar nüfus olarak biraz değişmiş. Emekliler çok var bir de tası tarağı toplayıp gelen bir nüfus olmuş. Bunların ikisi de kültür sanat üretimine açık insanlar değiller. Daha çok Halk TV’den biri gelsin onun panelini izleyip slogan atalım ya da İstanbul’dan gelenler de “aman abi sitemizden çok çıkmayalım” gibi kendi yaşam alanlarını kurmuşlar Mavişehir’de, Bayraklı’da. Öyle bir mekana ihtiyaç olur. Kültür sanat dediğiniz şey bir aradalıktır aynı zamanda. İnsanın düşünürken evde birden aklına gelip gerçekleştirmesi kolay değildir, çünkü kolektif bir yapısı vardır. Mesela belli bölgeler vardır, İstanbul’da Cihangir, beğenin beğenmeyin uzun yıllar bunu sürdürdü. Kadıköy… Burada öyle yerler pek yok. Alsancak var. Ama burası da görüyorsunuz, buna çok açık değil. Entelektüel camianın bir arada olduğu, birlikte düşündüğü, ürettiği bir yer halinde olmaktan çıkmış.
- Önceden var mıydı?
Biraz varmış herhalde. İzmirli bazı yazarlarla görüşüyorum ben. Eskiden daha bir arada olduklarından bahsediyorlar. Zaten buradan pek çok şair yazar da çıkmış; Attila İlhan, Tarık Dursun K., Necati Cumalı… Bu isimler buradan çıkabilmiş ama şu an yazarlar da daha çok yazlıklarında… Dikili’deki, Foça’daki yazlıklarındalar, pek buralara da gelmiyorlar.
ŞEHİR BİRAZ ÇORAKLAŞMIŞ
- İzmir sosyal bir kent aslında… Her yer cıvıl cıvıl, insanlar sokaklarda, kafelerde… Bir sosyalleşme hali var. Bu kültür sanata neden yansımıyor sizce?
Hangi nüfus sosyal yaşıyor? Çok gençler var, üniversiteye kadar olan, liseliler… Onlar çok cıvıl cıvıl geziyor, tamam… Oradan bir şey çıkmayabiliyor. Emekliler çok, onlar da birbirleriyle vakit geçiriyor, oradan da çok bir şey olmuyor. Bir de kaçan İstanbullular var dediğim gibi. Şehir bu anlamda biraz çoraklaşmış. Okulu kazanan kaçıyor, İstanbul’a, Ankara’ya gidiyor. Karşıyaka’da bir üniversiteli görmek çok zor, Bornova’da var Buca’da var. Sosyoloji, demografik yapı burada kültür üretimini biraz engellemiş. Belediyeler uğraşıyor, ama belediyeler biraz da haklı olarak, insan gelecek etkinlikler yapmak istiyor. Televizyonda gördüğü biri gelsin, konuşsun, panel yapsın gitsin. İlgi çeksin istiyor, para vermiş getirmiş. Benim söylediğim; uzun vadeli bir arada vakit geçirerek olabilecek, düşünecek, üretecek hadi yazalım birlikte… Bir şey ürettin göstermek için yine İstanbul’a gitmek gerek. Maalesef ki Türkiye’de üretim tekelleşmiş. İstanbul’da toplanmış belli yerlerde. Anadolu’nun büyük bir kısmı bundan uzak, hiç ulaşamıyor. Nüfus oralara birikti… Yani çok tuhaf plansız, programsız gitmiş her şey. Bu da bir sürü ili etkilemiş. O yüzden biraz zayıf buluyorum.