Farklı yaş gruplarına özel olarak planladığı psikoloji ve sanat atölyeleri yürüten Psikolog Özgün Kara Varol ile konuştuk...
Psikolojik destek almak artık 'sorunlu' bir durum olmaktan çıktı ve bir 'ihtiyaç' haline geldi. Elbette Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki gibi bir ihtiyaçtan bahsetmiyorum, hem de ülke ekonomisinin herkesi çok zorladığı bu dönemde... Fakat günümüzde insanlar zor dönemlerden geçerken ya da hayatlarında baş edemediği şeyler olduğunda artık psikolojik desteğe başvurmaktan çekinmiyor, bu konuda harekete geçmekte gecikmiyor. Hatta psikolojik destek almak, çoğu insanın hayatının bir parçası oldu demek çok da yanlış olmayacaktır...
Hızla gelişen ve değişen, hatta sınırların ve sınırlılıkların kalktığı, iletişimin çok kuvvetli bir belirleyici etkisi olduğu bir dünyadayız... Gerçek ve sanal dünyada... Bir yanda sanal dünyada yarattığımız profillere uygun olma, diğer yanda hayatın gerçekleriyle baş etme telaşındayız...
O büyülü dünyaya kapılıp onaylanma ihtiyacını sanal ortamda karşılama bir yanılsama ve illüzyon hali mi? Peki, hayatın gerçekleriyle baş ederken verdiğimiz mücadele bize ne yapıyor? Kendimizi bulmak için verdiğimiz mücadelede kapıldığımız yankı odalarını nereye koyacağız? Ya bir şekilde kendimizi terapi odasında bulduğumuzda ne oluyor?
"Kendini tanımak, neyi neden yaptığını anlamlandırmak, hayatında tekrarlayan durumların kendisiyle bağlantısını kurabilmek..." diye anlatıyor Psikolog Özgün Kara Varol.
"Psikolojik desteğe duyulan ihtiyaç" üzerine konuştuğumuz Özgün Kara Varol, uzun yıllardır çocuklarla ve ergenlerle de çalışıyor.
Kara, sohbetimizde ergenlerin kendisini bulması, sosyal medyanın etkisi, bu süreçte ebeveynlerin pozisyonu, kuşak farklılıkları konularını birbirine bağlayıp bütüncül bir bakış açısı sunuyor.
Ve sanat ile psikolojiyi birleştiriyor.
Kara, sanat terapisi için şöyle diyor: "Kişinin bir sanat alanıyla tanışırken yaratıcı potansiyelini, kendi yapabilirliklerini fark etmesini, 'Ben hiçbir şey çizmeyi beceremem' derken tek engelin kendi zihnindeki kalıplar olduğunu fark etmesini, bunu yaparken de hem duygularını ifade etmesini hem de kendi kaynaklarını fark etmesini sağlamak ve sanatı da bu farkındalığın bir aracısı olarak kullanmak."
Aktif olarak çocuk, ergen, yetişkin ve ailelerle çalışmalarını sürdüren, ebeveyn danışmanlığı yapan ve farklı yaş gruplarına özel olarak planladığı psikoloji ve sanat atölyeleri yürüten Psikolog Özgün Kara Varol ile sohbetimiz sizlerle...
- Son yıllarda psikolojik destek almaya duyulan ihtiyaç arttı. Bu 'sorunlu' bir alan olmaktan çıktı; eskiden insanlar psikolojik destek almakla ilgili önyargılılardı, keskin bir reddetme refleksleri vardı. Ancak artık psikolojik destek almak içselleştirildi ve rutinleşti. Bu durumu, bir psikolog olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Psikolojik destek alma konusunda eskiye oranla bir bilinç oluştuğunu söylemek mümkün. Elbette hala psikolojik destek konusuna önyargıyla yaklaşan yetişkinler ve ebeveynler var. Bu da aslında kemikleşmiş olan olumsuz bir ön kabulden kaynaklanıyor; o da psikolojik destek almanın ancak bir sorun ya da “sorunlu” olma durumunda gerekli olduğu. Ancak günümüzde pek çok konuda olduğu gibi insanların farkındalığının artması, psikoterapi konusunda da olumsuz yaygın inanışların azalmasını sağladı. Diğer yandan da içinde bulunduğumuz zorlayıcı hayat koşulları, travmatik deneyimler, stres düzeyinin yükselmesi, baş etme düzeyinin azalması gibi sebeplerle kişiler psikolojik destek alma konusunda hissettikleri ihtiyacı konuşabilmeye başladılar. Bununla birlikte kişiler kendini tanımalarının, yaşadıkları problemlere ilişkin yeni bakış açıları kazanmanın önemli bir yolu olarak hayat rutinlerine psikoterapiyi eklediler. Anlama ve anlaşılma ihtiyacının konuşulabilir olması psikolojik desteğe bakış açısını olumlu yönde etkiledi.
KENDİNİ TANIMAK, NEYİ NEDEN YAPTIĞINI ANLAMLANDIRMAK, HAYATINDA TEKRARLAYAN DURUMLARIN KENDİSİYLE BAĞLANTISINI KURABİLMEK...
- Psikolojik destek almak insanların hayatına ne sağlıyor? Özellikle çocuk ve ergenlerin psikolojik destek sürecine bakışı nasıl oluyor?
Herkesin yaşamda baş etmekte zorlandığı farklı ölçeklerde konular var, bu konularla baş etmeyi kolaylaştırıcı yeni bakış açıları kazandırmak psikoterapi sürecinin önemli sonuçlarından biri, ama asıl çıktısı kendini tanımak, neyi neden yaptığını anlamlandırmak, hayatında tekrarlayan durumların kendisiyle bağlantısını kurabilmek. Kişiler ebeveyn olduktan sonra da yoğun duyguların etkileriyle psikoterapiye ya da danışmanlığa ihtiyaç duyabiliyorlar. Yetişkinlerin motivasyonu genellikle kendini tanımak, anlamak ya da bazı problemlerin yaşamlarındaki etkilerini azaltmaya çalışmak gibi daha bilinçli bir noktadan hareketle olabiliyorken çocuklarda ise durum farklı. Çocuklar henüz bu farkındalık düzeyine sahip olmadıkları için aile ya da okul yönlendirmeleriyle geliyorlar. Ergenler ise, bulundukları gelişim dönemi içinde yaşadıkları yoğun değişimlerin etkisiyle bazen kendi ihtiyaçlarını fark ederek bir uzmana başvurmak istediklerini aileleriyle paylaşabiliyorlar ya da bazen aileler bu ihtiyacı gördüklerinde aileleri aracılığıyla başvuruyorlar. Bu ihtiyaçların daha görünür olup etiketlemelerden uzak şekilde rahatlıkla dile dökülebilmesinin, insanların bu konuları birbirleriyle rahatlıkla paylaşabilmesinin de psikolojik destek sürecinin yaygınlaşmasında etkili olduğunu düşünüyorum.
- Uzun yıllardır çocuk ve ergenlerle çalışıyorsunuz. Şu anki ergenlerin, yani Z kuşağının çocukluklarını biliyorsunuz, diğer yandan Z kuşağından sonra gelen Alfa kuşağının da çocukluklarını izliyorsunuz ve siz de Y kuşağısınız… Bu kuşak meselesine nasıl bakıyorsunuz?
Kuşak konusu çok geniş bir konu. Sosyolojik olarak elbette kuşakları isimlendirmenin ve bu isimler üzerinden konuşmanın; kuşakları, kuşaklar arasındaki iletişimi, toplumsal düzeydeki etkilerini anlamada önemli olduğunu biliyoruz. Kuşaklar üzerine konuşmadan önce o yaş döneminin gelişim sürecini ve ihtiyaçları anlamamızın ve bu gelişim dönemiyle birlikte günümüz koşullarının etkilerini de göz önünde bulundurmamızın önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü kuşaklar üzerinden ayrımlaşmaya ya da etiketlemeye dair söylemleri de sıklıkla duyabiliyoruz, bu söylemler de birbirimizi anlama ve anlaşma zemininden uzaklaşmamıza neden oluyor. Dolayısıyla elbette kuşakları bilmeden, tanımadan kendi geçmişimize temas etmeden kendimize, gençlere, çocuklara da temas etmemiz güç. Ancak bu kavramı ihtiyatlı kullanarak kuşakların tanımlayıcı özellikleriyle birlikte ihtiyaçlarını da anlamaya yönelik bir zeminde konuşmamız gerekiyor. Çünkü bu bireysel özellikleri de gözden kaçırmamıza ve çeşitli genellemelerle kişileri ya da toplulukları belli kalıplar içine sıkıştırmamıza neden oluyor.
- Kuşak çatışmasını nereye koymalıyız peki? Yani bu kuşaklar ya da yaş grupları arasındaki çatışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunu yine doğrudan kuşak çatışması üzerinden değil de gelişim dönemleri üzerinden ele alabiliriz. Bu çatışmayı iki farklı kuşak, iki farklı yaş grubu ve birbirine hem çok yakın hem de zaman zaman uzaklaşabilen ebeveyn ve çocuk örneği üzerinden anlatmaya çalışayım. Ebeveyn ve ergenlik dönemindeki çocuğun ilişkisinde, her iki yaş döneminin de farklı özellikleri, dinamikleri ve ihtiyaçları söz konusu olduğundan çatışmalar bu dönemde yoğunlaşıyor.
Ergen bağımsızlaşma, dış dünyaya açılma arzusu içinde, kimliğini inşa etme sürecinde iken ebeveyn için de bu dönem genellikle orta yaş sürecine tekabül ediyor. Bu yaş dönemi yetişkin için de çeşitli krizleri içeren bir süreç. Ebeveyn için çocuğunun büyümesine eşlik etmek; bir yandan onun bağımsızlaşmasını, bu sürecin bir noktada çocuğun evden ayrılmasını da beraberinde getireceğini kabul etmek demek. Bunların duygusal olarak ebeveyne de bir bedeli var. Dolayısıyla ebeveynin kendi ihtiyaçlarını bilmesi, kendisinin ve çocuğunun duygusal ihtiyaçlarının ilişkilerine yansımalarını fark etmesi de iki kuşak arasında uzlaşma zeminini oluşturuyor.
ERGENLİKTEKİ TEMEL SORU "BEN KİMİM?" SORUSU
- Bu dönemde yaşayan ergenleri en çok zorlayan şeyler neler?
Ergenlerde en temelde çalıştığımız kendini keşfetme, kimlik arayışı temaları oluyor. Her şeyin bir anda ve yoğun bir şekilde değiştiği, fiziksel, duygusal, sosyal, zihinsel pek çok alanda aynı anda değişimin yaşandığı, özellikle ebeveynle çatışmaların da arttığı bu süreçte; üçüncü bir kişinin yani terapistin eşliği, nötr bir alanda, yargılanmadan ergenin kendini ifade alanı açılmasını kolaylaştırıyor. Ergenlikteki temel soru “Ben kimim?” sorusu. Bu sorunun yanıtını aramak ise ergen için zaman alan ve onu zorlayan bir süreç. Özellikle bu süreçte kendi dışındaki kişilerin aile bireylerinin, öğretmenlerinin ve özellikle arkadaşlarının ona olan bakışı, düşünceleri, davranışları kimlik oluşum sürecine doğrudan ya da dolaylı biçimde etki edebiliyor. Aslında onları zorlayan konular temel olarak “ben kimim?” sorusunun yanıtını arama sürecinde yaşadıkları çatışmalara dayanıyor.
SOSYAL MEDYA: YASAKLAMAK, ORTADAN KALDIRMAK RİSKLERİ ORTADAN KALDIRMIYOR
- Tam da bu noktada sosyal medya diyeceğiz o zaman… Sosyal medya sizce ergenlerin hayatını nasıl etkiliyor?
Kimlik oluşum süreci içinde önemli bir yeri meşgul ediyor sosyal medya. Orada da kişinin bir kimliği var. Kişi oluşturduğu profil üzerinden bir kimlik tanımlıyor; nasıl göründüğünü, neler sevdiğini, neler dinlediğini, kimlerle arkadaşlık ettiğini, hayatına dair pek çok şeyi paylaşabiliyor. Arkadaşlarla iletişim de bu mecralarda devam ediyor. Sosyal medyada etkileşim kanalıyla toplanan onay yine kimlik oluşum sürecine etki eden konulardan biri. Çünkü ergen için onay almak, bir gruba ait olmak çok önemli konular. Önemli olduğu için de bir o kadar kırılgan oldukları konular. Dolayısıyla buralarda maruz kaldıkları olumsuz bir deneyim, benlik algılarına da olumsuz olarak yansıyabiliyor. Yapılan olumsuz bir yorumdan sanal zorbalığa uzanan durumlar, maruz kaldıkları yaşa uygun olmayan içerikler, gerçek dünyadan uzak biçimde dayatılan çarpık beden imajları, tüketim alışkanlıklarını etkileyen içerikler vs. bunlar gençlerin yetersiz hissetmelerine, yanlış bilgiler edinmelerine, olumsuz beden ve benlik algısı geliştirmelerine, hatta kimi zaman depresyona uzanan süreçler yaşamalarına neden olabiliyor. Ancak dediğim gibi sosyal etkileşimin ve grup onayının alındığı yerlerden biri de burası. Hayatın bu kadar da içindeyken ergenleri tamamen bu dünyanın dışında tutmak mümkün değil. Dolayısıyla yasaklamak, ortadan kaldırmak bu riskleri ortadan kaldırmıyor. Yapılacak şey gençleri riskler konusunda bilgilendirmek, baş etme kaynaklarını güçlendirmek, bilinçli kullanıma yönlendirmek.
GENÇLERDEN ÖNCE AİLELERE DÜŞEN SORUMLULUKLAR VAR
- Sosyal medyadaki o büyülü dünyaya kapılıp onaylanma ihtiyacını sanal ortamda karşılamaları tam bir yanılsama ve illüzyon hali aslında… Gençler bu yanılsamayla nasıl baş edebilirler?
Denge çok önemli her şeyde olduğu gibi. Sosyal medyaya ya da daha genişletirsek dijital dünyaya burası gençlerin alanı diye bakmak, bu dünyayı korkutucu bulup çocukları ve gençleri de buradan tamamen izole etmeye çalışmak, onları oradaki riskler karşısında ne yapacaklarını bilemedikleri ve daha da zorlandıkları bir pozisyona itiyor. Ebeveynler sanal dünyada çocuklarının gördükleri, okudukları, takip ettikleri içerikleri bilerek, bunların her zaman gerçeği yansıtmadığını çocuğun yaş dönemine uygun olarak çocukla konuşabilirler. Ayrıca çocukla yaşına uygun uygulamalarda belli sınırlar içinde kalmaları yönünde anlaşıp riskler karşısında ne yapacaklarına dair doğru bilgilendirilirlerse böyle durumlarda ebeveynlerinden yardım isteyebileceklerini bilirlerse risklerle uygun yollarla baş edebilirler, bu çocuk için de ebeveyn için de güvende hissetmenin önemli bir yolu. Genç evin kapısından çıktığında riskler, dış dünyada nasıl varsa dijital dünyada da aynı şekilde var, orası da dış dünya. Gencin evin içinde internete bağlanması, ailesinin fiziken yanında olması sanal dünyada güvende olduğu anlamına gelmiyor. Orada nasıl vakit geçirdiğinden, hangi içeriklere maruz kaldığından, kimlerle iletişim halinde olduğundan ailenin haberdar olması, arada güvene dayalı bir anlaşma sağlanması önemli. Çocuklar kendilerini koruyabilecekleri, tehlikeleri sezip önlem alabilecekleri ve yardım isteyebilecekleri şekilde yetiştirildiğinde, bağımsızlaşmaya başladıklarında onlara ebeveynleri tarafından sunulan kaynakları kullanabiliyorlar. Yani burada gençlerden önce ailelere düşen sorumluluklar var.
Çocukluk döneminde çocukları teknolojik aletlerle mümkün olduğunca geç tanıştırmak, oyunların, uygulamaların yaş sınırlarına bağlı kalmak ve bu uygulamaları ebeveyn denetimiyle kullanmalarına izin vermek gerekiyor. Çocuklara erken dönemden itibaren öğretilen ve içselleştirilen değerler, sonrasında farklı ortamlara da transfer oluyor; mesela dijital dünyaya. Çocuğunuz kişisel sınırlara saygılı ve duyarlı olma, kendi sınırlarını koruyabilme becerilerini, dürüstlük, nezaket gibi değerleri öğrenip içselleştirdiyse örneğin dijital mecrada başkasına ait bir paylaşıma yorum yaparken incitici bir dil kullanmaması gerektiğini de bilecektir ya da yüz yüze tanışmadığı biriyle sanal dünyada arkadaş olmasının risklerinden haberdar olacaktır. Burada da her şeyde olduğu gibi dozu ve riskleri takip etmek önemli. Bu konu oldukça geniş, kısaca ve en genel hatlarıyla bu şekilde özetleyebilirim.
TERAPİ ODASINDA SOSYAL MEDYA
- Sosyal medyanın ergenler üzerindeki bu büyülü ve baskın etkisi ile siz çalışmalarınızda nasıl karşılaşıyorsunuz?
Görünür olma meselesinin en çok arttığı yer sosyal medya ve gençlerin de en fazla vakit geçirdikleri yer orası. Tabii burada erken yaşta karşılaşılan uygun olmayan içerikler; cinsellik içeren, şiddet içeren, beden algısını olumsuz etkileyen, tüketim alışkanlıklarını yönlendiren, yaşlarına ve sağlığa uygun olmayan ürünler ve içeriklerle karşılaşmaları gerçek dünyada da belli kalıplarda olunabileceğine dair bir yanılsama yaratabiliyor. Ya da birbirlerine kullandıkları incitici dilin, zorbalıkların ilişkilerine ve kendilik değerlerine yansımaları çalışma konularımız olabiliyor. Buradan yansıyan problem çözme becerileri, kişisel sınırlar, başarı algısı, beden algısı, akran ilişkileri, benlik algısı gibi konuları birlikte çalışıyoruz. Ancak bu konular dijital dünyadan bağımsız olarak da gençlerin hayatında var, ancak dijital dünyadaki ulaşılabilir, görünür olmanın etkisiyle kimi zaman etkileri de daha görünür olabiliyor.
İLGİ, DUYARLILIK, GEREKLİ VE YAŞA UYGUN DENETİM MEKANİZMALARI, AÇIK İLETİŞİM KANALLARI…
- Teknolojik çağdayız ve her şeye sınırsız erişilebildiğimiz bir dünyada yaşıyoruz artık. Son zamanlarda şok edici ve sarsıcı olaylar yaşıyoruz. Sosyal medyanın etkisi evet, diğer yandan gelecek kaygısı, benlik bunalımı, ekonomik zorluklar ve daha fazlası… Ebeveynlere ne söylemek istersiniz?
Özellikle yaşanan olumsuz olayların ve sosyal medyanın etkileri göz önüne alındığında, ailelerin gençleri koruma konusunda aktif rol alması kaçınılmaz. Burada en temel ve koruyucu olan şey ebeveyn ve çocuk arasındaki güvene dayalı, açık ve rahatça kurulabilen bir ilişki. İlişkinin çocuğun yaşantısında, aile içinde ve dış dünyada yaşayabileceği tüm zorluklar üzerinde çok büyük bir etkisi var. Olası olumsuz durumlarla karşılaşmamak ya da karşılaşıldığında uygun biçimlerde baş edebilmek adına; anne babaların çocuklarının yaşantılarına ilgili ve duyarlı olabilmesi, gerekli ve yaşa uygun olarak denetim mekanizmalarını aile içinde aktive etmek, çocuğun bir riske maruz kaldığında ve hatta kafasını karıştıran, ona huzursuz hissettiren bir durum yaşadığında ailesine mutlaka bilgi vermesi için aile içindeki tüm iletişim kanallarını açık tutmak gerekli. Bunu elbette ilişkinin doğası içinde kendiliğinden yapabilmek önemli. Böyle bir durumda çocuğa yargılanacağı ya da cezalandırılacağı hissini vermeden her zaman yanında olduğunun hissettirilmesi çocukların açık davranabilmesi ve destek isteyebilmesini oldukça kolaylaştırıyor.
Gelecek kaygısı konusuna gelirsek; belirsizlik insan için her zaman baş etmesi en güç durum. Yetişkinler için bile belirsizliğe tahammül geliştirebilmek zorken, gençler için çok daha zor. Burada önemli nokta bu belirsizliğe umutsuzluğun eşlik etmemesini sağlayabilmek. Mümkün oldukça gerçekliğe dayalı olmak kaydıyla umut vermek, bakış açılarına olumlu manzaralar yerleştirmeye çalışmak. Belirsizliğin yarattığı duygularla baş etmeyi, dengelenmeyi sağlayacak alanlar yaratmak, spor, sosyal aktiviteler oldukça destekleyici. Sanatla temas etmelerini sağlamak, hobi geliştirmeleri noktasında destekleyici olmak, var olan endişelere yenisini eklemeden, rekabetçi baskı altında hissettiren durumlarda kapsayıcı ve destekleyici olarak onların sürecine eşlik etmek kolaylaştırıcı oluyor. Örneğin geleceğe yönelik okul seçimlerinde gençlerin önünde seçme sınavları var, bu elbette ebeveynleri de endişelendiriyor, ancak gençler için var olan gelecek kaygısına sınavda başarılı olma, ondan bekleneni gerçekleştirme... gibi pek çok kaygının da eklenmesi söz konusu. Buna bir de ebeveynin kaygısı, beklentileri kimi zaman da baskısı eklendiğinde genç için çok daha zorlayıcı oluyor. Burada ebeveynlerin çocuğun desteklendiği bir konumda durması, gerektiğinde çocuğunu yönlendirmesi, onun yanında olduğunu hissettirmesi çok değerli.
PSİKOLOJİ VE SANAT: BİZ DOĞMADAN SANAT BİZE KUCAK AÇMIŞ DURUMDA
- Tam da bu noktada; siz psikolojiyi sanatla birleştiren bir psikologsunuz. Sanat, psikolojik desteğe nasıl bir alan açıyor? Ya da siz psikolojik destekte sanata nasıl bir alan açıyorsunuz?
Aslında dünyaya gözümüzü açmadan anne karnında seslerle sarmalanıyoruz, şarkılarla büyüyoruz, dünyaya gözümüzü açtıktan kısa bir süre sonra da bir kalem yeterli oluyor, resim yapmak için kağıda bile ihtiyaç duymuyoruz. Bulduğumuz yere bir şeyler çizmeye başlıyoruz. Bu insanoğlunun geçmişinde de var; mağara duvarlarının üzerine çizilen resimlerde. Dolayısıyla aslında biz doğmadan sanat bize kucak açmış durumda. Bizi sarıp sarmalayan, anda tutan, rahatlatan şeylerin varlığını yeniden anımsamak ruhsallıkta da önemli bir alan kaplıyor. Ben de sanatla ilişkiliyim, zaman içinde kendi mesleki pratiğime sanatı entegre etmeye başladım ve bu alan aslında kendiliğinden açıldı.
Sanata olan ilgim, mesleki çalışmalarımda sanata ve kişinin yaratıcılığına alan açmanın önemini fark etmemi sağladı. Çalışmalarımda zaman zaman sanat terapisi uygulamalarını kullanıyorum. Çocuklar, gençler ve yetişkinlerle sanat aracılığıyla yaratıcılık ve duygu odaklı atölyeler düzenliyorum. Burada amaç; kişinin bir sanat alanıyla tanışırken yaratıcı potansiyelini, kendi yapabilirliklerini fark etmesini, “Ben hiçbir şey çizmeyi beceremem” derken tek engelin kendi zihnindeki kalıplar olduğunu fark etmesini, bunu yaparken de hem duygularını ifade etmesini hem de kendi kaynaklarını fark etmesini sağlamak ve sanatı da bu farkındalığın bir aracısı olarak kullanmak.
Özetle birbiriyle doğası gereği entegre olmaya çok açık iki alan psikoloji ve sanat. Hatta zaten birbirinin içinde iki alan. Eğer kişi de bu alana kendini bırakmaya açıksa ruhsal çalışmanın içinde yazıyı, resmi, heykeli, dramayı, müziği ve sanatın pek çok alanını kaynak olarak kullanmak mümkün, bu alan esnemeye müsait ve karşımıza çıkardıklarıyla da sürprizlerle dolu…
Psikolog Özgün Kara Varol kimdir?
Psikolog Özgün Kara Varol, İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünden dereceyle mezun oldu. Yüksek lisans eğitimine Ege Üniversitesi’nde devam ediyor. On iki yıl boyunca İstanbul ve İzmir’de çeşitli özel ve vakıf okullarında çalıştı. Bu süreçte çocuklar, ergenler ve ebeveynleriyle yakından çalışma fırsatı olurken, diğer yandan yetişkinlerle de çalışmalarına devam etti. Şu an aktif olarak çocuk, ergen, yetişkin ve ailelerle çalışmalarını sürdürüyor, ebeveyn danışmanlığı yapıyor. Farklı yaş gruplarına özel olarak planladığı psikoloji ve sanat atölyeleri yürütüyor.