Kum Zamanı, Şanslı Hiç ve Farmakon adlı kısa filmlerin senaristi ve yönetmeni Murat Emek Özkan ile sinema sektörü üzerine konuştuk.
Kürtajı konu alan Kum Zamanı, varoluşsal sıkıntılarını dışa vuramayan ketum birinin hikayesini anlatan Şanslı Hiç ve Türkiye, İtalya, Venezuela, Nijerya ve Rusya’da birçok film festivalinde gösterilen Farmakon adlı kısa filmlerin senaristi ve yönetmeni Murat Emek Özkan ile bir araya geldik.
Ege Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunu bir sinemacı Murat Emek Özkan. Uzun süre İzmir’de yaşadıktan sonra, ‘sektörde’ çalışmak üzere İstanbul’a yerleşmek zorunda kaldı.
Neden gazetecilik okurken sinemacı oldu? İzmir’den İstanbul’a gitmeye zorlayan neydi? İzmir’den sonra İstanbul’da hayat nasıl şekillendi? İzleyiciler ve sektör neden Netflix, Disney Plus gibi dijital mecralara yöneldi? Bu mecralar tam olarak neye alternatif oldu? Sinemacı olmak isteyenlere ne tavsiye etti?
“Okul bittikten sonra hiçbir şey hayal ettiğiniz gibi olmayacak, ama bu kadar da olmaması can sıkıcı. Bu kadar insanların duygularını, heyecanlarını, isteklerini kırabiliyor olması, sonrasında oraya kanalize olmanızı hissediyor olmanız… Tamamen sizi yabancılaştırdığı için öfkeli durmuş olabilir cevaplarım” diye ekledi. Emek Özkan ile sohbetimiz sizlerle... Keyifli okumalar…
- Gazetecilik bölümü mezunusunuz ancak sinema alanında ilerlediniz… Neden sinemayı tercih ettiniz?
Sinemaya olan ilgim, bir film izleyip ben de bu büyülü dünyada var olmalıyım ya da kendi bireysel veya politik düşüncelerimi bu sanatla anlatmalıyım üzerinden çıkan bir durum değil. İzmir Kordon’da bulduğum bir fotoğraf makinesinin sahibini ararken ortaya çıktı desem yeridir. Makineyi götürdüğüm polis memurunun bana “Sahibi makineyi istese çoktan bize gelirdi; demek ki pek ihtiyacı yokmuş” gibi bir laf etmesinden sonra makinenin elimde kalmasıyla başlıyor. Makinenin sahibi de haksız sayılmazdı; pek de iyi bir makine değildi! Fotoğraf çekerek başladım, el yordamı ile öğrenerek. Gazetecilik aslında entelektüel bir tercihti ancak daha birinci sınıfın sonunda gördüm ki bu entelektüel tercihin beni götüreceği yer, anlamsız, haz veren ancak bireysel gelişimime ve hayallerime hiçbir katkı sağlamayacak bir gelecekten başka bir şey değildi. Ben de bir fotoğraf makinesine rastlayarak hayatımın yolunun tesadüfen değişmesini birazcık engellemek için orta yollu bir makine aldım. Bununla hayatın gerçeğini, yani rüyaları hayallere, hayalleri dramaya, dramayı da ekrana yansıtmak için bir şeyler yapmaya başladım. Her şey andadır; hayat anda başlar, anda biter; ancak o anları anlamlı hale getirip insanlara sonsuz duygular verebileceğimiz bir sanat vardı ve gazetecilik bir sanat değildi. Ben anı harekete geçirmek yerine, unutulan anı tekrar tekrar hatırlatarak varoluşun şekilleneceğine inandım işte. Sinema sanatı da bunu en çıplak haliyle estetize edebileceğim bir alan olduğu için bu sanat dalında bir şeyler yapmaya çalışıyorum.
- Gazetecilik okuyordunuz ama bir yandan kısa filmler çekiyordunuz…
Evet, üniversitedeyken daha fazla kısa film çekebiliyordum. Şimdi çalıştığım sektörün yoğun, insafsız ve kölece çalışma koşullarından dolayı buna pek vaktim yok. Üniversitede çekilen kısa filmler estetiğinizin, anlatımınızın gelişmesine çok yardımcı oluyor. Çekeceğiniz film için daha çok okumaya, daha çok düşünmeye vaktiniz oluyor. Tek eksiğiniz tecrübe ancak onu da görsel estetik açısından kötü filmler çekerek kazanıyorsunuz zaten! Aslında bu imkânsızlık size hikâyenin, teknik estetikten ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bugün Türkiye’nin en iyi teknik malzemeleriyle, en iyi stüdyolarında çekilen, en iyi bilgisayarlarında kurgulanan dizi ve filmlerde çalışıyorum ancak o gün kendi küçük makinemle çektiğim, kendi bilgisayarımda kurguladığım, teknik açıdan eksik ama içinde anlatma hevesi dolu filmlerimi özlemiyor değilim. Kısa film çekmeye devam etmek istiyorum ama önce bir vakit bulup uzun metrajlı filmlerimi de çekmem gerek.
MEZUN OLDUKTAN ALTI AY SONRA ALTI AY UZAKLAŞTIRMA ALMIŞ OLDUĞUMU ÖĞRENMEK…!
- Politik bir kısa film çekmiştiniz, o dönem kampüste oldukça yayılmıştı… Neler oldu o dönem? Siz neden çektiniz o kısa filmi? Sonrasında neler oldu?
Hayat ve insan her alanıyla politiktir. Yaş aldıkça, düşünceleri olan herkes politikleşir ancak bu düşüncesini nasıl dışa vuracağına kendi karar vermek zorundadır. Ben aslında o kısa filmi çekerken pek de politik amaçlarla çekmek istemedim. Gözümüzün önünde oluşan bir saçmalık vardı ve bunun bir şekilde dışa vurulması gerekiyordu. Ben ve birkaç arkadaşım, elimizdeki bakacı nereye doğrultmamız gerektiğine karar verdik sadece. Üstünden on seneye yakın zaman geçti sanırım. Sonrasında ne olduğuna gelince; her anlamsız, korkak, kibirli, muhafazakar düşünce gibi okuldan teknik ekipman yardımı almamız yasaklandı; üniversite içinde çekim yapmamız yasaklandı; sanırım en ironik olanı da okuldan mezun olduktan altı ay sonra altı ay uzaklaştırma almış olduğumu öğrenmek oldu. Ne diyebilirim ki; her şey değişiyor ama kibirli, muhafazakâr zihniyet değişmiyor.
- Mezun olduktan sonra uzun süre İzmir’de yaşadınız. Neler yaptınız bu süreçte?
Prodüksiyon işi yaptım, metin yazarlığı yaptım, drama üzerine çalıştım, seçimler öncesi siyasi kişiliklerin yanında tanıtım videoları çektim, fotoğrafçılık yaptım, para kazanmak için düğün çekmişliğim bile var. Bunların hiçbirini dile getirmememin sebebi, tamamen o esnada ne yapacağını bilmeyen, hayalleri durulmuş bir insanın hayatta kalma çabasına kanalize olmaya çalıştığı eylemler olduğu için… Oradaki kişisel deneyimlerim ise umut kırıcıydı. Deneyimli insanların heyecanınızı yönlendirmek, heyecanınıza katkı sağlamak yerine o heyecanı kırmaya uğraşmaları çok can sıkıcı. Yaptığın tek şey; düğün çekmek, prodüksiyon işi yapmak… Katkıları da oldu; teknik ekipman öğrendim. Ama bir süre sonra aynı şeyleri yapmaktan yabancılaşmamı sağladı. O heyecan kırılmaya başladıkça da İzmir’de sinemaya dair bir şeyler yapan insanların bir vizyonunun olmadığını düşünmeye başladım. Sadece bir boşluktan, büyük bir sektörün var olmamasından yararlanıp isim yapma ve o ismin altının aslında boş olması durumu beni çok etkiledi ve İzmir’de durmamam gerektiğini düşündüm. Madem piyasa içinde var olacağım, sinema sektörü içinde olacağım, o halde altını doldurabileceğim bir yerde olayım kafasıyla İzmir’den gittim.
BÖYLE OLDUKÇA İZMİR, İSTANBUL PİYASASININ BİR PLATOSU OLMAKTAN ÖTEYE GİTMEYECEK!
- İstanbul’a gitmeye zorlayan ne oldu? İzmir’de bulamadığınız neydi?
Aslında uzun süre de İzmir’e git gel yaptım. Bu durum gerçeği daha iyi görmemi sağladı. İstanbul’daki sektör birikiminden uzak hatta onunla barışmak ya da bilgi almak istemeyen kapalı bir taşra sinemacı ekibiyle karşı karşıya kaldım. İstanbul’da sektörün içindeyseniz işleyen bir çarkı sezinleyebiliyorsunuz. İyi ya da kötü, zor ya da kolay, adil ya da değil, bir sistem profesyonel biçimde işlemeye devam ediyor. Ancak İzmir’de boş vaatler ve anlamsız umutlardan başka bir şey yok. Sinema sanatının gelişebilmesi için bir entelektüel ortam gerekli; bunun yanı sıra sektör olarak kendini var edebilmesi için bir fabrika gibi ham madde ve ulaşım yollarına yakın olması gerekiyor. İzmir’de ikisi de yok, bana sorarsanız bunun için bir çaba da yok. Kabul edilmiş gerçekliğin sancılı umutları var sadece. Bir film çekmek istediğinizde yatırımcılar ararsınız ya da alternatif yatırımcılar bulmak için kapı kapı dolaşırsınız. Hiç olmadı profesyonel bir çevreniz vardır, size yön gösterirler, yardımcı olurlar. İzmir’de bunlara ulaşabileceğiniz her yol kapalı ve açılacak gibi de değil. Belediyeye sıkışmış, küçük bir festivalle olacak şeyler değil bunlar. İzmir’deki sinemacıların öncelikle kendilerine dert edindikleri şeylerin İstanbul’daki paydaşlarının asla derdi olmadığını ve bu düşünce yapısıyla sadece günü kurtaran, umut çalan insanlar olmaktan öteye gidemeyeceklerini bilmeleri lazım. Ancak pek umutlu değilim bu konuda. Sinema sanatı belediye ya da devlet desteğiyle var olacak bir sanat asla olmadı. Eğer kurumlar destek vermek isterlerse, karşılığını da isterler. İzmir’de sinema sanatıyla ilgilenenlerin bunu bilmesi gerek. Sinema sanatı sadece devlet kurumlarının desteği ile ilerlemeye çalışıyorsa, kendine sermaye ya da dayanışma yaratamıyorsa ve bunun içinde bulunan insanların vizyonları devlet memurundan ileri gitmek değilse, orada olacak tek şey fanteziden başka bir şey değildir. O fantezi de İzmir’de sinemaya gönül vermek, üretmek, çalışmak isteyen gençlerin hayallerini çalan saçma sapan bir döngüden başka bir şey olamaz. Samimice söyleyeyim mi? Bence İzmir’de sinema sanatıyla ilgilenen birkaç kişi hariç geri kalanı, alanı gençlere ve vizyonlu insanlara bırakmadıkları sürece İzmir için sinema ve dizi hayalden öte değil. Böyle oldukça İzmir, İstanbul piyasasının bir platosu olmaktan öteye gitmeyecek. Bunun da İzmir’e ve İzmir’deki hevesli ve azimli gençlere hiçbir yararı olacağını düşünmüyorum. Önce İzmir’deki çıkarcı, hayal tüccarları köşelerine çekilmeli; yerlerine gerçekten profesyoneller ve vizyon sahibi gençler geçmeli. İzmir’deki köhneleşmiş, tembelleşmiş sinemacılar ve bir şey yapmak istediğinizde sizin hevesinizi kıran insanlar da biraz neden oldular. Sektörde çalışarak profesyonelleşmek aslında çok da iyi bir şey değil, kattığı tek şey hızlı çözüm bulmak. Zorlu şartlar sizi içinize kapanmaya itiyor. Ancak İzmir’de bunu engelleyip sağlam bir sanat ortamı yaratma imkânı var. Amerika’daki örnek gibi; Hollywood diye bir gerçek var, evet, ancak New York’ta başka bir gerçek var. Neden İzmir de Türkiye’nin New York’u olmasın ki… Bu vizyonla bu hayal, bohemlikle aydınlanmanın karıştırıldığı bir şehirde pek de mümkün değil tabii. Netleşemediğiniz bir yerde hayal kurup onun için emek harcamak gerçekten saçma oluyor. İzmir şimdilik, bu vizyonla sinema emekçisi ve yatırımcıları için tatil beldesi olmaktan öteye gidemez. Onun için yaşamayı sevseniz de hayallerinizin peşinden koşmak için İzmir’den uzaklaşırsınız. Ben de onu yaptım.
- Bir yandan senaryo yazıyorsunuz, bir yandan sektörde set arkası emekçisi olarak çalışıyorsunuz… İstanbul’da hayat nasıl gidiyor?
Eğer bir set çalışanıysanız, zaman sizin için sadece çalıştığınız iş oluyor. Hele ki haftalık bir dizide çalışıyorsanız, hiçbir şey yapmaya vaktiniz olmuyor. Fırsat bulduğunuz anda dinlenip, biraz kendinize zaman ayırabiliyorsanız ne mutlu size. Ancak kapitalist her sektörde olduğu gibi bu sektörde de insanın değeri yok, sadece para kazandıran işin değeri var. O yüzden İstanbul’da yaşamak bir set emekçisi için stresli, yorucu ve zamansızlık anlamına geliyor. İstanbul’da hayat hızlı ve zor gidiyor. Kendime yabancılaşmamak için zorluyorum kendimi.
ENDÜSTRİYELLEŞMİŞ BİR SANAT İÇİNDEYSEK HER ŞEY YABANCI VE SAHTEDİR!
- Kamera arkası emekçisi olmak… Neler söylersiniz sektöre dair?
Türkiye’de setlerde çalışma sistemi her mecrada olduğu gibi hala usta-çırak ilişkisi ile ilerliyor. Sizden istenen sinema bilginiz ya da sinema sanatına karşı entelektüel birikiminiz değil. Önemli olan tecrübeniz ve problemleri önceden görüp nasıl çözdüğünüz. Sağlam bir hiyerarşik görüntünün altında, kar hırsının da verdiği büyük bir lakaytlık dönüyor. Bu da alt birimlerin harap olmasına neden oluyor. Sette emekçi olmak gerçekten zor. Haklarınız yok, zamanınız yok, vücudunuz ve psikolojiniz alt üst. Uzun çalışma sürelerinin yanında düzensiz ve acele çalışma sistemi sette çalışan herkesin bir süre sonra sinirlerinin harap olmasına neden oluyor, bu da tabii ki iş kazalarını, tartışmaları beraberinde getiriyor. Kısaca setlerde çalışmak zor ve yıpratıcı. Amacınız sinema sanatına bir şeyler katmak, ondan beslenerek estetik bir anlatı yakalamaksa onun yeri setler değil. Burası bir fabrika ve biz de burada her şeye yabancılaşmış çalışanlarız. Sorun süreler ya da uzun çalışma süreleri değil. Bu popüler söylemin arkasında birçok etmen var. Çalışanlar sadece hayatta kalacak parayı kazanmak için çalışıyorlar ancak o da düzenli değil. Karamsar bir tablo çizdiğimi biliyorum ancak bu sektörde çalışacak arkadaşların pembe hayallerle gelip sonrasında yıkılıp, sinema sanatından soğumaları beni artık ziyadesiyle üzüyor. Bunun için bir şey yapmak mı? Sendikadan bir şey beklemeyin, bir küçük burjuva sendikasından yanınızda olmasını beklemek akılsızlık olur. Gerçekten 60’ların sinematek buluşmaları gibi buluşmaların gerçek emekçilerin katıldığı bir platforma dönüştürülmesi gerek. Buralar da burjuva tarzı film eleştirilerinin dışında, sinema sanatının her alanıyla tartışılabildiği ortamlar oluşturmalı. Eğer endüstriyelleşmiş bir sanat içindeysek her şey yabancı ve sahtedir. Bu sanat da müşterisinin sadece zamanını çalmak için yapılır. Çalışanların da tecrübelerinden başka verecekleri hiçbir şey kalmamıştır. Tabii ki sistemin istediği kadar yaşlanmamışsanız!
- Sinema ve diziler Disney Plus, Netflix, Blu TV gibi dijital mecralara yöneldi… Neden böyle bir ihtiyaç duyuldu ya da insanlar neden buraları tercih etmeye başladı?
Dijital mecralar şu an yeni televizyonlar. Türkiye’de biraz daha farklı işliyor; sansür sistemi, TV dizilerindeki gerçekçiliğin kırılma durumu, giydiğinden tut yediğine içtiğine kadar karışma durumu çok fazla olduğu için dijital mecralar Türkiye’de daha özgürlükçüymüş gibi duruyor ama aslında Avrupa’da ya da Amerika’daki örneklerine bakıldığında paralı yayınlardan öte bir şey değiller.
- Peki, özgürlükçü mü sizce?
Değiller tabii. Hepsinin yaymak istediği ideoloji, tavır var. Aslında hiçbiri tarihsel serüvenlere de baktığımızda ideolojik olmayan şeyler değiller. Bugünkü sistem var olduğu için kendilerini özgürlükçü gösteriyorlar. Ama dayattıkları şey, sinemanın da içerisinde olan ve her zaman var olacak olan bir bakış açısının temsiliyetini sağlamak. Netflix’te Sen Ben Lenin’i de görebilirsiniz, yanında bin tane de kapitalizm övgüsü görürsünüz. Paralı insanlar, paranın size sağladığı liberal özgürlükler, getirdiği güçler… Onun dışında gençlik dizilerinde karizma, havalı olma gibi şeylerin propagandasını görürsünüz… Tarihi yapımlarda sabahtan akşama kadar Nazileri övüyormuş gibi görürler ama bir yandan altından da kapitalizmi aklarlar sanki Nazilere hiçbir kapitalist, burjuva yardım etmemiş gibi… Disney, yılların masal anlatıcısı gibi durur ama daha önceki çizgi filmlerine de baktığınızda, çocukları tatlı duygularla sisteme hazırlar. Çok da özgürlükçü mü değil mi bilemiyorum, bir ideolojiye baktığında özgürlükçü bir ideolojiye göre vesayetçi. Özgürlükçülüğü sigara içmeye, alkol almaya, seksin öne çıkmasına sıkıştırırsak, tabii ki özgürlükçü diyebiliriz ama bunlar özgürlükçü şeyler değil. Sinemacıların aslında dertleri anlatmak, hayatın gerçeklerini anlatmak için kullandıkları imgeler… Bunun yanında bin tane imge kullanıyor sinemacılar.
- İnsanların gündelik hayatlarında karşı karşıya kaldıkları, zaman zaman da yaşam tarzlarına yönelik getirilen bazı eleştirilere ve zorlamalara bu tarz mecralar alternatif mi sunuyor?
Aslında bu mecralar global yapıya sahip oldukları için ülkelere göre de şekil alıyorlar. Netflix tartışmaları çıktığında, Netflix bir şekilde ülkeye kanalize etti. Çünkü bunun amacı, tamam bir yandan altyapında ideoloji var ama amaç tamamen kar olduğu için o anki ülkenin durumuna göre kendisini revize edebiliyor. Daha özgürlükçü olduğuna dair bir reklama sahip ama bu televizyon. Dijital mecralar sinemayı bitirir mi kafasına gelirsek… İnsanlar pandemi döneminde dijitale muhtaç kaldılar. Televizyonlar da sustu bir dönem ve dijital mecralara giriş yaptılar evde vakit geçirebilmek için. Bu durumun şu anki yansıması sinemayı bitiriyormuş gibi durabilir. Ama ne kadar büyük bir ekran alırsanız alın, ne kadar evinizde iyi bir ses sistemi kurarsanız kurun sinemanın bitebilme ihtimali yok. Sadece sinemadan alınan şeyler dijitalde yer bulabilir. Pozitif bakalım; sinemanın paragöz kısmını yok edebilir. Belki minimalize olacak, belki o eğlence tarzıyla kitlelere ulaşma kısmıyla biraz yontmuş olacak… Çekimlerde bile şunu dikkate alırsınız; dizi televizyon işi çekiyorsanız yakın çekim yaparsınız, Netflix’e iş çekiyorsanız tabletlerle, telefonlarla izlendiğini bildiğiniz için ona göre açılar kullanır hocalar. Ama bir sinema filminde anlatı ve resim tamamen değişir, imge değişir. Bu imgeyi orada yakalama ihtimaliniz yok. Sinemayı etkiler, köhne yapımcıları sinemadan uzaklaştırır ama sinema devam edecek.
- Dijital mecraların hızla yükselmesi sinemayı bir noktada etkileyecek ama orta ve uzun vadede değişen bir şey olmayacak yani…
Sektörün içinde konuşulanlardan bahsedeyim; iki sene önce daha iyi bir para harcayıp daha fazla kazanacağınız yer sinemaydı, şu anda dijital mecralar oldu. Güzel bir teknik yapıya sahip bir dizi çekip 12-13 bölüm, o parayı hızlıca alabiliyorsunuz. Ve şöyle bir beklentiniz olmuyor; izleyici gidecek mi gitmeyecek mi… Yapımcıyı bu şekilde rahatlattılar. Ben 3 milyon izleyeceğin değil, Netflix’ten direkt parasını alabilen, karşılığında ürettiği ürünü sunabilen duruma geldiler. Dijital mecraların olması sadece izleyiciyle ilgili değil, yapımcılar, sunucular ve birazcık da izleyicinin kaliteli dizi izlemesiyle ilgili…
- Yapımcı da kazanıyor seyirci de kazanıyor bir nevi…
Tabii ki. Seyirci, sıkıştığı ekonomik politik ortamdan kendini rahatlatmış oluyor. Yapımcı da kaç kişi izler düşüncesinden çıkıp dağıtıcıdan parasını almış oluyor.
- Cem Yılmaz gibi -tabii Cem Yılmaz’ı bir yapımcı olarak da düşünmek gerek- gişede rekor kıranlar bile dijital mecralara yöneldi ama…
Cem Yılmaz, ürünlerini satan bir yapımcı. Nereden kar edecekse oraya dönmesi doğaldır.
SİNEMA DIŞARI ÇIKMAKTIR!
- Cem Yılmaz’ın bile böyle bir kaygısı varsa beyaz perdede ısrar eden yönetmenlerin yapımcıları ikna etmesi de zor olmaz mı?
Zor olacak tabii ki. Ama parametreler, paradigmalar bozulmuş değil, sadece sarsıntı yaşıyorlar. Bu yaz bile birçok sinema filmi çekildi. Sektörün içindeyim, sanat filmleri dediğimiz filmler yeni yeni kendini toparlamaya, yatırımcı bulmaya başladı. Bana sorarsanız; pandeminin bittiğini görüp izleyiciye sunumlar yapılacak, çoğu film kurguya girdi. Bu biraz canlanmaya sebep olacak. Sinemayı, dijitali ve televizyonu bir arada tutmak anlamsız olur. Ben sinemayı ve dijitali bir arada tutmayı sevemedim. Anlatı olarak, teknik olarak, görsellik olarak çok farklılar birbirlerinden. Farklı mecralar. Dijital de bitecek değil artık. Cem Yılmaz gibi fenomenleşmiş insanlar piyasa içinde para kazanan simsarlar, o yüzden orada olmaları çok sıkıntı değil. Sinemanın yok olmasına sebep olacak da bir şey değil. Sinema dışarı çıkmaktır. Bir organizasyon yapmak demek. ‘Bugün sinemaya gidelim’ demek, izleyicide araştırma ihtiyacı doğuruyor. Bir şey yapmaya itiyor. Dijital mecralarsa, evin içinde var olan televizyonu izler gibi bir duruma dönüyor. Sinemanın bir ritüeli var.
- Bu kadar sorun, çoğunlukla umutsuzluk… Diğer yanda bunca emek, fedakârlık… Nereye varmak istiyorsunuz?
Ben emekçi insanların çocuğuyum ve bana bu hayatta tecrübe ve anlamdan başka hiçbir şey vermediler. Vermemeleri de bana göre en büyük erdem. Bana çalışmayı, ulaşmak istediğim hedeflere bedeller ödeyerek gelmenin keyfini öğrettiler. Bu durumun içinde olmamın hayatımı sürdürmek dışında tek bir sebebi var. O da yaşadıklarımı, düşündüklerimi, anlamaya çalıştığım kavramları sinemanın büyük gücünü kullanarak insanlara anlatmaya çalışmak. Yola çıkma sebebim de buydu, ilerde hala bu sanat dalını yapıyor olursam da bunun için olacaktır. Yönetmen değil deneyen biri olmak her zaman daha cazip geliyor.
ZORLUKLARINA KATLANMAKTAN ÇOK ORADA VAR OLMAYI SEVER HALE GELİYORSUNUZ!
- Bu kadar olumsuzluklar içinde tutunabiliyor, her şeye rağmen ısrar ediyorsunuz.
Arzu, tutku gibi salt romantizm yapmak istemiyorum. Yaşınız büyüdükçe, sektörün içinde deneyim kazandıkça şunu da görüyorsunuz; bu işi yapmak insana ne kadar çiğ de olsa ekonomik sıkıntılar olsa da bir şey katıyor. Yaşam biçimi katıyor, hayat katıyor, hayatta anlam katıyor. Onun için sektörün zorluklarına katlanmaktan çok orada var olmayı sever hale geliyorsunuz. Bir de sanırım başka bir iş yapamam.
NE YAZIK Kİ İSTANBUL’A GELMEK ZORUNDALAR!
- Son söz; sinema hayali olan, bu sektöre girmek isteyenlere ne dersiniz?
Sektör dirençli. Sektör, kendisinin istediği işçiyi istiyor her sistem gibi. Hayallerinizi bir yerden tutunabilecek zamanlar ayırabilin. Zamansız çalışan insanlarız. Bu tarz zorlu bir çalışma sisteminde çalışmak hem psikolojik hem de bedensel açıdan zorlayıcı. Buna dayanıklı olmak ve kendi yapmak istediklerine hem entelektüel hem psikolojik hem de fiziksel olarak hazır olduklarında sektöre girmek zorundalar. Hayallerimiz gerçekliğe yaklaştığı sürece şekilleniyor, planlanıyor. Bunu tartarak sektöre girerlerse psikolojik açıdan daha rahat ilerlerler. Romantik tavırlara kapılıp kendilerini bir anda hayallerinden uzaklaşmış bulmazlar. Ne yazık ki sektör burada olduğu için buraya (İstanbul’a) gelmeleri gerekiyor. Çünkü yönetmenler burada, yapımcılar burada, yatırımcılar burada, sektörün işçisi burada. Ne yazık ki İstanbul’a gelmek zorundalar, ne yazık ki İstanbul ile bağlantı kurmak zorundalar, ne yazık ki bu şekilde ilerlemek zorundalar.