İzmir'in Karabağlar ilçesinde müstakil bir evde kurduğu atölyede atıklardan muazzam sanat eserleri çıkartan emekli öğretmen Halil Çiçek ile bir araya geldik.
70 metrekarelik müstakil evinde kurduğu küçük atölyesiyle kendi dişi dahil birçok farklı atık malzemesinden şaheserler yaratan emekli öğretmen Halil Çiçek, “Eserlerimle insanların çirkinliğine ayna tutuyorum” dedi.
İzmir’in Karabağlar İlçesi Cennetbahçe Mahallesi’nde 70 metrekarelik müstakil bir evde kurduğu küçük atölyesiyle atıklardan muazzam sanat eserleri çıkartan 67 yaşındaki emekli öğretmen Halil Çiçek ile evinde bir araya geldik. 1977’de Gırgır’da bir yıl amatör karikatürcülük yapan ve burada Oğuz Aral, Tekin Aral, Turhan Selçuk ve Semih Balcıoğlu gibi o dönemin iyi karikatüristleriyle tanışma fırsatı yakalayan Çiçek, lise yıllarında ressam ve heykeltıraşlık dersleri aldıktan sonra 1980’de İzmir’e geliyor. Atıktan sanata işlemine 1983 yılında Erzincan’da askerdeyken çakıl taşlarını işleyip, kolye ve heykel yaparak başlayan Çiçek, emekli olduktan sonra atık çeşitliliğini arttırarak, bugün hala ilk günkü gibi sanatına devam ediyor.
Biz de evine gittiğimiz Halil Çiçek’le daha karşılaşmadan büyükbaş hayvanın lök kemiğinden elde ettiği ve evin dış kapısına taktığı kapı tokmağı eseriyle tanıştık. Evin bir odasını tamamen balina, bufalo, fildişi, kemik, boynuz, diş, kök, kabuk, meyve-sebze çekirdekleri ve endüstriyel atıklar gibi atıklardan elde ettiği sanat eserleriyle dolduran Çiçek, “Hazır malzeme kullansaydım hikâyeyi ben yazardım. Oysa hazır malzeme kullanmadığım için hikâyeyi malzeme yazıyor” diyerek eserlerinin nasıl ortaya çıktığını özetliyor.
İnsanların doğayı hor kullandığına da özellikle dikkat çeken Çiçek, atılan her atığı işlediğini söylüyor. “Parayı sevmiyorum, dolayısıyla ortaya çıkardığım eserlerin hiçbirini maddi bir kaygıyla yapmıyorum” diyen Çiçek, ‘Sanat toplum içindir, toplumun yararınadır’ tezini güçlü bir biçimde savunuyor. Sırf atıklardan yaptığı için insanların eserlerini küçümsediğini de sözlerine ekleyen Çiçek, “Bu insanlara kızdığımdan atık malzemeleri seçiyorum, değerli malzemeleri kullanmıyorum” sözleriyle tepkisini gösteriyor.
Yaptığı sanatı insanlarla paylaşmanın verdiği mutluluğu gizleyemeyen Çiçek, “Benden öğrenip, evinde oturup bu işten para kazanan insanlar var, bu beni mutlu ediyor” diyerek, daha fazla insana ulaşması isteğiyle sorduğumuz her soruyu ayrıntılı bir şekilde cevapladı.
EN BÜYÜK HOCAM İSMET İNÖNÜ’NÜN YAVERİYDİ
- Öncelikle sizi tanıyıp, sanatla tanışma hikayenizi dinlemek isteriz?
1955 Sivas doğumlu, fakir bir aile çocuğuyum. Sanatla ilgili ne ailemden ne çevremden hiçbir şey görmedim. Lisedeyken sanatla-müzikle tanıştım. Melodika, akordiyon çalmaya başladım. Sanat okulunun birinci yılında orkestramız vardı, orada çaldım. Böylece müzikle haşır neşir oldum. Sonra 1977’li yıllarda görsel sanatlarla ilgilenmeye başladım. Görsel sanatların içinde karikatür beni çekmişti. 1977’de Gırgır’da bir yıl amatör karikatürcülük yaptım. Gırgır’da Oğuz Aral, Tekin Aral, Turhan Selçuk, Semih Balcıoğlu gibi o dönemin iyi karikatüristleriyle tanıştım, sohbet ettim. Ayrıca yağlı boyaya, portreye merakım vardı. Lise birinci sınıf benim için çok önemli, o da 1971 yılına denk geliyor. İşte o dönem benim sanata başlangıç noktam. İçim içime sığmıyor, her şeyi yapmaya çalışıyordum. Abimin Ankara Kavaklıdere’de döşeme dükkânı vardı. Burası genellikle zenginlerin olduğu bir mevkii. Dükkâna, abime yardıma gidiyordum. Orada ahşap vernikle tanıştım. Zımpara, işlemek ne demek onları öğrendim. Bu sıralarda heykel merakım oldu. Ama çevremde heykeltıraş yoktu. Ben de resim konusunda çalıştım. Sonra abim dedi ki ‘Bir abimiz var. Çok saygıdeğer biri. İstersen seni onunla tanıştıralım.’ Ardından gittik tanışmaya, bayıldım kendisine. Yaklaşık üç yıl gittim, geldim. Hiç para mevzusu olmadı aramızda. Ben oradan sanat, yağlı boya, portre ve insanlık dersi aldım. En büyük hocam Suat Savaş’tır. Suat Savaş’tan sanat dersi aldım. Suat Savaş, İsmet İnönü’nün yaveri. Asker güreşçi ve asker ressam. Hocam Suat Savaş, İbrahim Safi’nin öğrencisi. İbrahim Safi Azerbaycan’dan resim eğitimi almış; sonra Türkiye’ye gelmiş, Türkiye’de de sergiler yapan büyük bir sanatçıydı. Kendisiyle de tanıştık. Türkiye’nin sayılı ressamlarından birisi. Müzayedelerde şu anda resimleri satılıyor.
SEVMEK DOKUNMAKTIR
- Peki, İzmir serüveniniz ne zaman ve nasıl başladı?
1980 yılının Şubatı'nda İzmir’e geldim. İzmir’e geldikten sonra Ankara ile bağımız kalmadı. Buraya geldikten sonra belli bir süre sonra heykele yöneldim. Çünkü sevmek dokunmak demektir benim için. Seramik ve ahşap oyma çalışmaları yaptım. Ben elektrik öğretmeniyim. Mekanikle uğraştım. Cevher Makine’de beş yıl bakım onarım müdürlüğü yaptım. Makinelerle tanıştım. Mekaniği, malzemeyi işleyen aletleri, ara malzemeyi tanıdıkça benim ilgi alanım ve yaptığım şeyler değişti. Sonra taş işlemeye başladım. Taşlar da daha sert, albenili malzemeler. Kızlarağası’nda taş işlemeyle ilgili çalıştım. O dönemde İzmir’de taş işleyebilen üç kişiydik. Onlardan birisi bendim. O camiada benim adımı bilmezlerdi. Beni taşçı hoca diye bilirlerdi. Yurtdışından taşlar gelmeye başlayınca bizim el işimiz sıfırlandı. Dedim ki eğer benim yaptığım işi makine yapıyorsa ben bu işte yokum. Benim yaptığımı makine yapamayacak dedim. Dolayısıyla oyma işlerine başladım. Gerçekten benim yaptığımı makine yapamıyor. O dönemlerde başladık, geliştik, sergiler açtık. Üç tane kişisel sergim oldu. Birisi Resim-Heykel Müzesi’nde, diğeri Bergama Antik Tiyatro’da oldu. Üçüncüsü de İzmir Park’ta oldu.
İMKANLARIMIZ SINIRLI
- Yaşam için olan müstakil evinizde sanat yapmanın zorluklarını yaşıyor musunuz?
Evimiz alan olarak küçük. Bir tane yaşam odamız bir de yatak odamız var. Diğer odaya malzemeleri koydum. Ürünlerim yaklaşık iki bin civarında oldu ve odamız doldu. Artık koyacak yerim olmadığı ve az yer kapladığı için takı üzerine çalışıyorum. Hem kısa zamanda bitiyor hem az yer kaplıyor. Evle ilgili hemen hemen her şeyi ben kendim yapıyorum. Bu atölyenin vernesini, bahçe işlerini kendim yapıyorum. Kapı girişindeki kapı tokmağını dahi atık kemikten yaptım. Gönül isterdi ki daha geniş bir ortam ve atölye imkanım olsun, daha çok kişiye hitap edeyim. Ama dediğim gibi imkanlarımız bu kadar.
HER ATIĞI İŞLİYORUM
- Her türlü atığı kullanıyor musunuz ya da kullandığınız atıklar neler?
Ürettiğim şeylerin ilki obje, ikincisi heykel, üçüncüsü ise takılar. Bunları yaparken tamamen atık kullanıyorum. İnsanlar doğaya hor bakıyor. Atılan o kadar çok şey var ki. Oysa atılanlardan çok şey yapılabilir. Endüstriyel ve organik atıklar dahil birçok malzemeyi işledim. Balina, bufalo, fildişi, kemik, boynuz, diş, kök, kabuk, çekirdek, endüstriyel atıklar (bilgisayar malzemeleri vs.) hepsini kullanarak bir objeye dönüştürüyorum.
HİKAYEYİ BEN DEĞİL, MALZEME YAZIYOR
- Ortaya çıkarmaya çalıştığınız eseri önceden tasarlıyor musunuz, yoksa bir anda ilham mı geliyor?
Hazır malzeme kullansaydım hikâyeyi ben yazardım. Hazır malzeme kullanmadığım için hikâyeyi malzeme yazıyor. Michelangelo’nun bir lafı var. Ona ‘Nasıl yaptınız usta?’ diyorlar. O da ‘Ben fazlalıkları attım. O zaten içinde vardı’ diyor. Ben de öyle bir şeyler yapıyorum. O içinde vardı, ben fazlalıkları attım. Kafatasları benim hep ilgimi çekmiştir. Mesela bir domuzun kafatasından yaptığım çalışma var. Buna 'skull carving' diyorlar. Çok fazla yapan da yok. Türkiye’de kemiği üç boyutlu işleyen kimse yok. Kemiklerden yaptığım her şeyi seviyorum, çünkü kalıcılığı var, yok olmuyor. İnsan geleceğe miras bırakmalı, yaşadığını belirtmeli. Ben de kalıcılığı olduğu için kemikten yaptığım eserlerimi geleceğe bırakıyorum.
İNSANLAR ESERLERİMİ KÜÇÜMSÜYOR
- Birçok farklı atıktan ortaya çıkardığınız eserlerinizi satmayı hiç düşündünüz mü?
Parayı sevmiyorum. Para, ihtiyacı körletene kadar sevilir. İhtiyacımı körelttikten sonra para benim için çok fazla önemli değil. Ben eğitimciyim. Benim ruhum eğitimci. Dolayısıyla birilerine bir şey vermek, göstermek için sanat yapıyorum. Ürünlerimi kesinlikle satmıyorum. Nedeni de insanlar kemikten yapıldı, atık malzeme diye benim yaptığım işi küçümsüyorlar. Onun için satmak yerine satmamayı yeğliyorum. Taştan iş yapıyor diye arkadaşımın ürünlerine insanlar, ‘Ya çakıl taşı değil mi?’ diyorlar. Ucuzlaştırmaya çalışıyorlar. Ben de bu insanlara kızdığımdan atık malzemeleri seçiyorum, değerli malzemeleri kullanmıyorum. Aynı zamanda sosyal medyayı kullanıyorum. Instagram, Facebook, Youtube'da yer alıyorum. Youtube’da da çok sayıda takipçim var. Orada da hiçbir ticari kaygım yok. İnsanlara bir şeyler öğretmek için çaba gösteriyorum. Öğretici şeyler yayınlıyorum. Süresi önemli değil. Kısa videolar çekiyorum. Çok teknolojik ortam olmadan çekiyorum. Vermek istediğim şeyi verdiğimi zannediyorum. Amacım orada insanları eğitmek ve ne ile ne yapılabiliri göstermek. Evde kalan insanlar da bunları yapabilmeli diyorum. Beni kopya edecekler diye bir kaygım yok, etsinler.
MÜHİM OLAN ÇİRKİNİ YAPABİLMEKTİR
- Özellikle kemik ve tahtalardan yaptığınız eserlerinizde insan silüetleri kızgın, sert, aşırı öfkeli ve aynı zamanda çirkin. Doğrusu çok merak ettim. Özel bir sebebi var mı?
Eserlerimde bir çağrışım, hiddet, seslenme var. İlk sergimi milli eğitim kampında yaptım. Sergimin adı ‘İsyanım İçimde Haykıramıyorum’du. Burada bir haykırış var. Şimdi ne kadar anlatırsan anlat, karşındakinin anladığı kadar anlatıyorsunuz. Öte yandan güzeli yapmak basittir. Güzeli herkes yapar. Güzeller birbirine benzer. Standart bir takım oranlar vardır. Onları hazırladığın zaman güzeldir. Ama çirkinde standart yoktur. Mühim olan çirkini yapabilmektir. Aynı zamanda bu çirkindir ve ben çirkin yapıyorum diye eleştiri alıyorum. Neden çirkin? Neye göre, kime göre çirkin? Her şey görsel olarak mı değerlendirilir? Öyle çok insan vardır ki, ilk gördüğümüz anda bize çok şey gelmez ama içini gördükçe içi dışının üstüne çıkar. Onu çok daha seversin. O suratının şeklini görmezsiniz. Bu yüzden önyargılı davranıyoruz. Onun için dediğiniz gibi insan silüeti eserlerimde isyan etme, haykırış, değiştirme duygusu var.
İNSANLARIN ÇİRKİNLİĞİNE AYNA TUTUYORUM
- Gerçekten merakım daha da arttı. Eserlerinizdeki bu çirkinlik ögesini biraz daha açar mısınız?
Güzel bence gönül güzelliğini sever. Şaire karısı için demişler ki ‘Bütün şiirlerini bu kadın için mi yazdın?’; şair ‘Siz benim gözümle görmüyorsunuz ki’ demiş. Onun için ben gönül gözünü seviyorum. Bir sergimde yaşlı bir öğretmen kadın dedi ki ‘Hocam neden çirkin yapıyorsunuz?’; ben de ‘Hocam benden yaşlısınız. Hayatınızda güvendiğiniz, her şartta yanında hissederim dediğiniz beş kişiyi sayabilir misiniz?’ dedim, söyleyemedi. Sonra ‘Hocam maymunun hiç sevmediğiniz özelliği nedir, biliyor musunuz?’ dedim. ‘Nedir hocam?’ dedi. ‘Ayna.’ dedim. Maymun aynayı görünce çıldırır. Neden çıldırır biliyor musunuz? Kendi çirkinliğini görünce çıldırır. Ben de ayna tutuyorum, evet insanların çirkinliğine ayna tutuyorum.
TOPLUMUN LOKOMOTİFİ KADINLARDIR
- Bazı eserlerinizde de Roma kadını figürü dikkatimi çekti. Neden Roma kadını?
Roma kadını feministtir. Doğada her şeyi yönlendirecek, iyileştirecek kadındır. Bütün savaşları yapanlar da erkeklerdir. Kadınlar eğer öne çıkartılsaydı, güçlü olsaydı iyi çocuk yetiştirecekti. Böylece dünyanın düzeni böyle olmayacaktı. Doğaya bakalım. Bütün erkekler çiftleşir, gider. Doğada canlıları yetiştiren kimdir? Dişilerdir. Doğaya yön veren dişilerdir. Dolayısıyla insanın eğitimini veren öncelikle annesidir. Annenin eğitiminin iyi olması çocuğun da iyi yetişmesi anlamına gelir. Ben anneleri, kadınları önemsiyorum. Toplumun lokomotifi kadınlardır. Öyle bir toplum gösterin ki kadınlar ön planda ama toplum geri kalmış. Öyle bir yer yok. Geri kalmış ülkelere baktığınızda kadınlar hep bastırılmış, geri planda kalmış. Erkek anlık düşünür, karar verir, kavgacıdır, çıkarcıdır. Onun için dünyada bütün yöneticiler kadın olsaydı savaş kalmazdı. Ben kadınların güçlü olmasını istiyorum. Bunun için Roma kadın tiplemesi hoşuma gider. O dönemde de takılarda sedefin üzerinde kullanılmıştır Roma kadını. Burada ben de kemerli burnuyla Roma kadını figürünü işledim.
PANDEMİ 'SANCILI DOĞUM'
- Pandemi döneminde birçok kişi evde mahsur kaldı, işini yapamadı. Siz bu süreçte sanatınıza devam edebildiniz mi?
Pandemi dönemi bizim için çok sancılı geçti. Benim uğraşım olduğu için ben bu dönemi biraz daha sancısız atlattım diyebiliyorum, ama benim yaşımda olup da uğraşısı olmayanlar için bu dönemin gerçekten zor geçtiğini düşünüyorum. Ben 10 yıldır haftada 3 gün kurs veriyordum, bu dönemde kurs da veremeyince evde kalma sürem arttı ve bu günleri değerlendirmek zorunda kaldım. Bu dönemde ürettiğim 200 objeyi sancılı doğum olarak düşünüyorum.
'MALZEMEN VE PROJENLE GEL'
- Son olarak yaptığınız sanatı gelecek nesillere aktarmak için neler yapıyorsunuz?
On iki senedir Güzelbahçe Müzik ve Sanat Merkezi’nde el sanatları kursu veriyorum. Bizim oradaki düsturumuz ‘Malzemenle gel projenle gel’; dolayısıyla ben onları yönlendiriyorum. Daha çok büyüklere ders veriyorum. Gayet güzel gidiyor. Bir yıl da Halk Eğitim’de hocalık yaptım. Özel çalışmak benim için daha önemliydi, orada devam ediyorum.