Bugün, Türkiye Cumhuriyeti'nin 101. yılını kutlarken, modern Türkiye'nin temellerini oluşturan devrimlerin önemi bir kez daha gözler önüne seriliyor. Fransız gazeteci Christian de Rollepot, 1939 yılında Excelsior Gazetesi'nde yayımlanan ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk 16 yılını derinlemesine ele aldığı "On Bir Devrim ile Doğan Modern Türkiye" başlıklı yazısında, yeni kurulan devletin nasıl kısa sürede dönüşüm geçirdiğini ve çağdaş dünyaya adım attığını öne çıkarmıştı. Bu değerli yazı, Cumhuriyetin 101. yılında 35 Punto’da yeniden okuyucularla buluşuyor. O günlerin heyecanını ve dinamizmini, bugün hala hissediyor ve yaşıyoruz...
Ankara Antlaşması'nı imzalayarak, Türkiye sadece Anglo-Fransız bloğuna dostluk göstermekle kalmadı, aynı zamanda cesaret sergiledi. Berlin'in tepkileri, bu antlaşmanın imzalanmasının düşmanlarımızı ne kadar hayal kırıklığına uğrattığını gösterdi. Oysa Anglo-Fransız-Türk ittifakı, bazı olasılıklara karşı alınan bir önlemden başka bir şey değildir ve tamamen savunma amaçlıdır; bu nedenle dürüst hiçbir ulusun bu konuda itiraz etmemesi gerekir. Genç Türk halkı bir kez daha, kurucusu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı tarafından kendisine tanımlanan politikayı sürdürme kararlılığını gösterdi. Fransa ve Türkiye arasında yüzyıllara dayanan dostluk bağları yeniden canlandı: Belki de bu antlaşmanın kapsamı Ankara'da, Paris'ten daha iyi anlaşılmıştır.
Bir Türk gazetesi, bu durumu ifade eden ve şu çarpıcı ifadeyi ilk sayfasında yayımlayan bir karikatürle anlattı: “Üç büyük ulus el ele verdikten sonra, artık Akdeniz ve Balkanlar’da hiçbir ülkenin onlara karşı silahlanmaya cüret edemeyeceği görülüyor.”
Ve bu sözler abartı içermiyor. Türkiye Cumhuriyeti, gerçekte güçlü bir devlet, genç ve dinamik bir ulus. Şaşırtıcı olan ülkenin, bu denli az tanınıyor olması.
Bugün, Türkiye yeniden kuruluşunun on altıncı yılını kutluyor. 1923'ten bu yana, Mustafa Kemal'in cesareti ve iradesi sayesinde hızla ve tamamen dönüşümünü tamamladı. Ne okul hatıraları ne de yirmi yıl önce yazılmış seyahat notları, bugünkü Türkiye’yi hayal etmemizi sağlamaz. 1914-1918 savaşı sonrasında önemli ölçüde küçülen eski Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye sadece bir tebanın nitelikleri ve sanat hazineleri kaldı. Geri kalan her şey değişti, hatta ülkenin görünümü bile. Başkent Ankara, bu restorasyonun en çarpıcı sembolüdür.
Beş on yıl önce, antik Angora kasabasını çevreleyen bir çöl varken, şimdi bahçeleri, ağaçları ve su kaynakları ile ultra-modern bir Ankara bulunuyor. Bu ülkede su, bulunması ve korunması zor bir hazine konumunda. Ankara, devasa çalışmalar sonucunda bol miktarda su sağlayan Çubuk Çayı sayesinde bu değerli kaynağa sahip. Önceden hiçbir yeşillik yetişmeyen bu kıraç topraklardaki çöl; yerini yavaş yavaş verimli topraklara ve devasa ağaçlara bıraktı.
Uzaktan bakanlar Ankara’yı kavurucu güneşin altında kurumuş küçük bir kasaba olarak görüyor olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki, Anadolu’nun başkenti olan bu şehir, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti konumuna gelmiş ve deniz seviyesinden 850 metre yüksekte olup, Avrupa’nın büyük şehirleri ile aynı olanaklara sahiptir.
Yirmi yıl önce Ankara’nın 5 bin nüfusu vardı; şimdi ise 125 bini aşan bir nüfusa sahip. Eski kalenin eteklerinde geniş caddeleri, sade hatları, bakanlıkları, elçilikleri, lüks otelleri, tiyatroları ve bahçeleri ile modern bir şehir uzanıyor. Ankara’nın en son gelişmelerinden biri, hala seyrek olan caddelerini yeşil çimenler ve ağaçlarla kaplayan projelerdir. Türk jandarmaları, tıpkı diğer büyük kentlerde olduğu gibi, trafiği düzenliyor.
Gar Caddesi, bahçeler, oyun alanları ve bir stadyum boyunca uzanıyor. Birçok modern eğitim kurumu ve geniş pencereli binalar arasında, laboratuvarlar oldukça fazla; bunlardan biri, pilotlara yönelik teorik eğitim veren Türk Kuşu Okulu’dur. Ankara, ünlü barajı ve gezi yollarıyla dikkat çekiyor; bir kumarhane, bir yüzme havuzu ve lüks bir tatil beldesini andıran modern bir görünüme sahip. On altı yıl önce burada kesinlikle hiçbir şey yoktu.
Bu başarı ne kadar büyük bir çaba gerektirdiğini tahmin edebilirsiniz. İnşaat malzemelerini sahilden 600 kilometre uzağa taşımak zorunda kaldılar. Çok fazla iş gücü ve irade gerektiriyordu. Ankara, tüm bunlar sonucunda bu hale geldi ve genç Türk nesli bu dönüşümde önemli bir rol oynadı.
On altı milyondan fazla nüfusu olan bir halk, lideri Mustafa Kemal ile yeniden dirildi. Geleneksel bir toplumda on büyük devrim yaparak ülkeyi dönüştüren adam oydu.
Türk rejiminin diktatoryal olduğu ve Meclis’in çok az önem taşıdığı söylenedurur. Ancak Atatürk, her zaman bu iddialara karşı durdu ve 1927'de tanımladığı programdan asla sapmadı:
Biz cumhuriyetçiyiz.
Biz milliyetçiyiz.
Biz halkçıyız.
Biz devletçiyiz.
Biz laikiz.
Biz devrimciyiz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, belirlediği yolu sonuna kadar takip etti ve hiç kimsenin inkâr edemeyeceği şekilde çok olumlu sonuçlar elde etti.
Türk halkı yüzyıllar boyunca rehavete kapılmışken, artık uyanmış ve tüm dünyaya, iyi bir rehberlik ile kendini kurtarabileceğini göstermiştir.
Bu mucize nasıl gerçekleşti? Gazi’nin on bir barışçıl devrimle başlattığı ve derin reformlarla sonuçlanan girişimiyle.
ON BİR DEVRİM
Mustafa Kemal, 23 Ekim 1923'te sadece on beş dakika içinde cumhuriyet rejimini kabul ettirdi. Kısa bir süre sonra, bu olayın tüm Müslüman dünyası üzerindeki etkisiyle, hilafeti sultanlıktan tamamen ayırdı ve hanedanı sürgün etti: Böylece, Türk devleti, İslami rejim yasalarından tamamen bağımsız hale geldi.
Bu devrimlerin ardından Atatürk, kararlılıkla çalışmaya başladı ve reformlar birbiri ardına geldi. Başlangıçta küçük gibi görünen bu değişikliklerin aslında büyük etkileri oldu.
İlk büyük reform, Türklerin geleneksel olarak giydikleri fesin kaldırılmasıydı. Bu şapka tarzının terk edilmesi, bu halkın tam bağımsızlığının bir sembolü haline geldi. Osmanlı İmparatorluğu'nun erkekleri, artık kimliklerini daha belirgin bir şekilde "Türk" olarak ifade ediyordu. Kadınlar ise bu değişimden kendi paylarına düşeni aldılar; peçelerini çıkarttılar ve onları yüzlerini gizleyen bu örtüden kurtulma vakti geldi.
Sonraki yılın sonunda, Atatürk, bir hamlede 658 yılı silerek Hicri takvimi kaldırdı. 1 Ocak 1927'de, Gregoryen takvim tüm Türkiye'de kabul edildi. Bu, büyük bir devrimdi. Yunanlılar, Ruslar, Ermeniler ve Türkler aynı topraklarda yaşayıp, farklı yıl takvimlerine göre yaşıyorlardı; bayramlar farklıydı. Bir yıl sona erdiğinde kutlamalar yapılıyor ve insanlar Haziran'da bile yeni yıl dileklerinde bulunabiliyordu. Yeni yıl, Osmanlı’da 17 Mart'ta başlıyordu!
Gazi, Pazar gününü tek resmi tatil ilan ettiğinde de gerçek bir devrim gerçekleştirdi. Daha önce, Türkiye’de çalışma ve tatil günleri karışıktı. Resmi olarak kırkın üzerinde tatil günü vardı ve bunlara Cuma günleri, Yahudi Şabat'ı ve Hristiyan Pazar'ı da ekleniyordu. Sultanların doğum ve tahta çıkış günleri, Ramazan ve Kurban Bayramı da eklendiğinde, neredeyse sürekli tatildeymiş gibi bir durum söz konusuydu. Türkler sanki sürekli tatil yapıyorlardı.
Böyle gelenekleri ve 1341 yılından beri İslam dünyasında kullanılan bu takvimi terk etmek, Türk halkının modernleşmek ve çalışmak istediğinin en net kanıtı değil midir?
Diğer reformlar, çalışma ve örgütlenme isteğini tamamlamak amacıyla getirilmişti. Medeni, ceza ve ticaret kanunları tamamen değiştirildi. Osmanlı döneminin mutlakiyetçi sultanlığına dayanan eski yasaların yerini alan yeni kanun, tüm Müslüman dünyada uygulanan en modern yasa konumunda olup, ilk kez kadın haklarını tanıyor ve koruyor.
Kısa süre sonra Gazi, Arap rakamlarının kullanımını yasakladı ve bunların yerine "uluslararası rakamlar" geçti. Sonrasında Arap alfabesini Latin harfleri ile değiştirdi ve bu reform okuma yazma bilmeyen halka büyük bir kolaylık sağladı! Hükümet emriyle kutsal kitap Kur'an Türkçe'ye çevrildi. Gazi, onu tüm yurttaşlarının anlayabileceği hale getirmek istiyordu; aynı zamanda ülkesinin tarihinin Batılı kaynaklar tarafından çarpıtılmaması için gerçek Türk tarihini yazdırıyordu.
Bu, Atatürk hükümetinin çalışmalarının sadece temel bir özetidir. Halkına, yalnızca haklarının ve görevlerinin bilincine varmasını sağlamakla kalmadı, aynı zamanda onların yaşamlarını ve çalışmalarını da düzenlemeyi başardı.
Tüm dünyanın gözünde Türkiye, demokrasinin tüm faydalı yeniliklerinin uygulandığı genç ve güçlü bir ulus olarak ortaya çıktı.
Türkiye’de feminizm, günümüz Avrupa’sını bile geride bırakmış durumda. 1914'te tamamen kenara itilmiş olan Türk kadını, artık tramvayda erkeklerden ayrılmadan seyahat ediyor, peçe ise sadece bir anı olarak kaldı. Hatta 1927'de ilk kadın avukat, Ankara Barosu'na kaydını yaptırdı.
Bugün, modern laboratuvarlarda çalışan genç Türk kadınları var ve eğitim kurumlarının çoğunluğunda kadınların varlığı çok önemli. Genç Türk nesli, ülkelerinin geleceğinde umut dolu ve eşitlik ilkesi o kadar kıymetli ki; kadınlar ve erkekler on sekiz yaşında oy kullanma hakkına sahiptir ve aynı haklardan yararlanıyorlar. Bay kelimesi, artık “efendi, bey, paşa, ağa” gibi ünvanların yerini aldı. Bu ülkede artık sınıflar yok! Eğer bir kişi toplumda öne çıkıyorsa, bu sadece liyakati ve çalışkanlığı sayesindedir.
Türkiye Medeni Ülkelerden Biri
Gazi hükümeti, ulus içinde böylesine hızlı ve kapsamlı bir dönüşümü gerçekleştirdikten sonra, diğer uluslarla işbirliği yapma arzusunu da gösterdi. Türkiye, iç işlerinde gerçekleştirdiği dokuz devrimden sonra, Uluslararası Narkotik Komisyonu (SDN) ile yaptığı anlaşma ile afyon üretimini ve ticaretini düzenledi. Böylece, uluslararası sorunların anlaşılması konusunda dünyaya kendini ispat etti. Türkiye için bu, on birinci ve son devrimdi; bu da diğer ülkelerle ilişkilerin yeniden kurulmasıydı ve Atatürk bu ilişkileri, eski düşmanlarıyla bile, dostane bir şekilde kurmak istedi.
Amerika Birleşik Devletleri’nin eski Ankara büyükelçisi General Sherrill, anlamlı bir olaydan bahseder:
“Türklerin, Yunanlarla yapılan şiddetli savaşa rağmen neden hiçbir tazminat talep etmediklerini merak ediyordum. Bana uluslararası ticaretin ve mal hareketlerinin etkilerini gösteren bir harita gösterdiler. Bu, geçmişteki anlaşmazlıklara verilen en iyi cevaptı, çünkü Türkiye ayağa kalkmış ve tüm komşularıyla ve diğer ülkelerle dürüst ve iyi niyetli bir işbirliği yapmak istiyor ve gelecekte anlamsız çatışmalardan kaçınmayı hedefliyor.”
Türkiye böylece yalnızlığından kurtuldu, güçlü ve kararlı bir devlet olarak ortaya çıktı. Ancak iyi komşuluk ilişkileri, Temel bir kurala dönüştü. Atatürk, halkının özgür ve barış içinde çalışmasını istiyordu; halefi İnönü de aynı politikayı sürdürüyor.
Türkiye, tıpkı eskiden olduğu gibi, Boğazların hakimi olarak kalmış ve tüm dünyanın gözleri ona çevrilmiştir; bu da ülkeye büyük bir stratejik önem kazandırıyor. Modern Türkiye, bu nedenle de uluslararası ilişkilerde önde gelen bir konumda yer alıyor ve bu gücünü kimseye karşı da emperyalist amaçlarla kullanmak istemiyor. Ancak Akdeniz’in huzurunu bozan olası tehditlere de karşı durmayı istiyorlar.
Christian de Rollepot / Excelsior Gazetesi
Çeviri: Efe Yelbuğa / 35 Punto