Hem genç cumhuriyetin gelişimini hem de Büyük Savaş’ın Türkiye’deki yankılarını gözlemleyen, 40'lı-50'li yıllarda kadın hakları alanında yaptığı çalışmalarla ün salmış Fransız gazetecinin İzmir gezisi süresince yayınladığı üç yazının ilkini sizlerle paylaşıyoruz.
Eylül, İZMİR - Dünyanın bütün ülkelerinde tatillerde seyahat etmek bir işkencedir. Ama bu ülke Türkiye ise işkencenin dozu çok yükseliyor. Çünkü Türk toplumu ne yazık ki henüz toplu taşıma araçlarında gerekli kolektif disipline sahip değil. Vagonlara yeni binecek olan yolcuların, önce inenlere izin vermesi gerektiğini hala anlayabilmiş değiller.
Türkiye Cumhuriyeti makamları toplu taşıma kullanan kalabalıkları sakinleştirmek için özel önlemler alıyor. Ancak gördüğüm kadarıyla bu önlemler memurlar için çok zahmetli. Son dönemde İstanbul’da zavallı makinistlerin omuzlarına dayanacak kadar yığılan yolcular yüzünden İstanbul'daki tramvaylara sert kurallar koymak gerekmiş. Bundan sonra vagonlara sadece dört kişi yan yana binebilecek. Gerçi ben dün on iki kişiyi yan yana gördüm! Anlaşılan, konulan kurallar da tramvaylardaki problemin önüne geçmek için yeterli değil.
İzmir'e gitmek, fuarı ve yeni yükselen şehri gezmek için önce İstanbul’dan deniz yolu ile Bandırma'ya, oradan da trene biniyorum. Yılın bu döneminde vapurlarda yer bulmak gerçekten çok güç. Uluslararası fuar çok sayıda insanı İzmir'e çekiyor. İzmir sahillerine tatile gidenler de cabası... Deniz yolculuğu gündüz gerçekleştiği ve sadece dört saat sürdüğü için vapurda koltuklar numaralandırılmamış. Fırtına yüzünden ne yazık ki yolculuk boyunca içerde oturmak zorunda kaldım.Vapura binerken tramvaydaki senaryonun bir benzeri ile karşılaştım. Suya düşmek pahasına insanlar üst üste, itişerek içeri girmeye çalışıyorlardı. Aynı şey inerken de vuku buldu. Herkes vapuru aynı anda terk etmeye çalışıp anlayamadığım bir acele ile trene koşturuyordu.
Kendi adıma ulaştırma hizmetlerinin tüm memurlarına hayranım. Yolcuların düzensizliğine karşın demiryolu, vapur ve tramvay işçileri kusursuza yakın çalışıyorlar. Bu hengameyi bir yana bırakırsak Türk insanı kesinlikle kaba değil. Ancak inatçılıkları ve disiplin eksiklikleri bazı şartlarda ne yazık ki onları yanlış tanıtıyor.
Aslında Türkler çok keyifli yol arkadaşlığı yapıyorlar. Yolculukları boyunca içleri çeşitli yiyeceklerle dolu çantalarını açıp seyahatlerini bir ziyafete dönüştürüyorlar. Eğer sizin önünüzde benzer bir çanta görmezler ise yiyeceklerinden hiç düşünmeden size de ikram ediyorlar. Meyveler, kekler, tatlılar, kızarmış köfteler… herkes ile paylaşılıyor. Sakın ikramlarını reddetmeye kalkmayın! Yoksa onları anlam veremeyeceğiniz bir şekilde üzmüş olursunuz.
Gördüğüm kadarıyla Alman kuvvetlerinin Harkov’u boşaltması ve Quebec Konferansı tüm Türk basınını ve ülkeyi meşgul ediyor. Trenden inerken herkes bir yandan avuçlarındaki taze üzümleri yerken, bir yandan 2. Dünya Savaşı’nı tartışıyordu.
Başlıca askeri ve siyasi eleştirmenler, her gün düzenli olarak, gazetelerde geniş çaplı yayınlar yapıyorlar. Savaşa bir taraf olarak yaklaşmıyorlar ve olabildiğince objektifler. Cumhuriyet gazetesinde ülkenin bir numaralı askeri eleştirmeni General Hüsnü Emir Erkilet imzalı bir haber okudum. Yazıdaki şu pasaj çok dikkatimi çekti:
“Amerikan gazetelerine göre, Stalin, Quebec konferansına gönderdiği bir mektupta müttefiklerine, ikinci cephenin hemen Batı'ya açılmaması halinde Rusya'nın bir yıl daha savaşa dayanamayacağını söyledi. Ruslar Doğu cephesinde Almanlardan çok daha fazla kayıp veriyor. Hatta Almanlar, kuvvetlerinin sadece yarısını bu cephede kullanırken, Rusların tüm orduları ile savaşmasına rağmen toprak kaybını yavaşlatamadığı aşikardır.
Ayrıca Harkov'un Almanlardan geri alınması, doğu cephesinde Rusların üstünlük kurduğu anlamına da gelmez, çünkü Alman ordularının son ana kadar savaştığı ve en ufak bir zaafiyet göstermeden geri çekildikleri açıktır.”
Yaşananları farklı yorumlayanlar için General Erkilet’in bu görüşleri kulak kabartılması gereken, değerli bir karşı fikir.
Akşam gazetesinin sahibi ve ünlü siyaset yorumcusu Necmettin Sadak, Quebec’ten ayrılırken şunları kaleme almış:
“SSCB’nin Washington ve Londra büyükelçileri Litinov ve Maisky’nin Quebec Konferansı’nda gösterdikleri performans takdiri hak ediyor. Kanada’nın tarafsız kalmakta ısrarlı oluşundan duydukları rahatsızlığı yüksek bir tonla eleştirerek, müttefiklere karşı ilk defa seslerini yükselttiler.”
Diğer gazeteciler de makalelerinde benzer değerlendirmeler yapıyor. Türk basını, Rus sorunuyla ilgili her şeye dikkat ediyor. Sonuçta SSCB, ülkenin savaştaki en yakın komşusu durumunda.
Dokuz saatlik yolculuk boyunca gazeteler kompartmanlar arasında dolaşıyor, yazılanlar tartışılıyor, bir yandan da getirilen yemekler yeniyor. Birbirlerini hiç tanımayan insanlar birbirlerini güldürmek için fıkralar anlatıyor. Çocuklar ya uyuyor ya da kıpır kıpır, yerlerinde durmuyorlar. Fenalık gelen anneler ellerine kollarına kolonya serpiyor. Bir süre sonra tren bir Türk hamamı kadar sıcak oluyor ve yolcular kendilerini derin bir uykuya teslim ediyor.
Duraklarda çok cana yakın satıcılar meyve ve içecek ikram ediyorlar.
--- Ayran, ayran var, çay var, su var, üzüm var!
Ayran, Türk halkının bolca tükettiği ve benim de çok sevdiğim; yoğurt ve sudan yapılan lezzetli bir içecek. Fiyatlar da çok ucuz. Sadece birkaç kuruşa çay, su ve üzüm alabiliyorsunuz.
Tren yeniden hareket ediyor. Artık Ionia’nın ünlü üzüm bağlarının arasından ilerliyoruz. Hasadın ardından kurutulmak için yerlere serilen "İzmir altınları" (üzümler) güneşte pişerek şehrin en büyük serveti olan, nefis kuru üzümlere dönüşüyor.
Gece indiğinde beyaz evlerle çevrili, dolunayın gümüş tonlarında aydınlattığı İzmir Körfezi bütün görkemi ile kusursuz bir senfoni edasıyla karşımda beliriyor. Basmane istasyonundaki gürültülü yolcu konvoyu insanı biraz yorgun düşürüyor ama olsun. Yolculuk nihayet bitti!
Çeviri: Efe Yelbuğa / 35 Punto
- devam edecek -