Geçtiğimiz hafta 'İzmir'e Yolculuk' başlığıyla yayınladığımız ilk yazıda; İstanbul'dan İzmir'e gelirken yaşadıklarını anlatan Fransız gazeteciyi, son olarak Basmane Garı'nda bırakmıştık. Yazı dizimize Herfort'un İzmir'e dair gözlemlerini anlattığı 27 Eylül 1943 tarihli haber ile devam ediyoruz.
Türkiye'nin üçüncü büyük şehri, eski adıyla İonia'nın antik Smyrna'sı; İzmir, yılın en kalabalık dönemini yaşıyor. 20 Ağustos - 20 Eylül tarihleri arasında benzersiz bir ortamda düzenlenen "Uluslararası Fuar" yıllardır yerli ve yabancı, meraklı insanları ve tüccarları bir araya getiriyor.
Fuar döneminde şehirde kalacak yer bulmak neredeyse imkansız. Oteller ve pansiyonlar ağzına kadar dolmuş durumda. Müşteriler fazladan para verip otellerin ütü odalarını, müştemilatlarını bile kiralamışlar. İzmirliler ise fuar ziyaretçileri için evlerindeki oturma odalarını ve boş yatak odalarını kiralıyorlar. Hatta bazıları evlerini küçük bir otele dönüştürüp akrabalarının yanına taşınmış. Bu kısır çözümler şu an için ne yazık ki şehir dışından gelen turistleri konuk edebilmek için çok yetersiz kalıyor.
Ben ise Etiyopya'dan tanıdığım başarılı Başkonsolosumuz M. Paris’in büyük uğraşları ile kendime yatacak bir yer bulabildim. Tahmin edin, nerede kalıyorum? Cevap basit; İzmir'deki Fransız hastanesinde...
Muhabirlik hayatım boyunca manastırlarda, özellikle Irak ve Çin'e haber için gittiğimde okullarda kaldım. (İlk kez bir hastanede kalıyorum.) Kader İzmir’de bana hiç tahmin edemeyeceğim bir lütufta bulunuyor. Bembeyaz bir klinik odasında, güneşi hiç eksik olmayan güzel bir bahçede oturuyorum.
Odada bu güzel tabloyu az da olsa bozan hafif hastane kokusu mevcut ama kendinizi atmosfere kaptırdığınızda bunu kolayca gözardı edebiliyorsunuz.
Hastaneyi ve hemen yanındaki katolik okulunu Saint-Vincent-de-Paul kilisesi Rahibeleri işletiyor. Fransa’dakinin aksine hepsi sivil giyimli. Türkiye’deki laik devrim yüzünden, müslüman-katolik, tüm din görevlileri sivil kıyafetler giymek zorunda kalmış. Buna rağmen sivil kıyafetlerinin içindeki insan üstü özverili çalışmalarından onların kim olduklarını tahmin etmek güç değil.
İzmir’deki Fransız okulu ve hastanesi, yenilmez General Atatürk'ün kazandığı kurtuluş savaşı sırasında; şehrinin çoğunu yok eden 1922 yangınından kurtulmayı başaran, şehir merkezindeki az sayıdaki binalardan.
Kentte binlerce ev küle dönmüş, tüm bitki örtüsü yok olmuşken; genç Türkiye, yirmi yıldır gerçek bir yeniden doğuş mucizesini gerçekleştirerek, bu muazzam ıssız alanda, yakın tarihin harabeleri üzerinde kendine yeni bir gelecek inşa etmeyi başarmış görünüyor.
Ege’nin en büyük metropolü olan İzmir, tarihi dağların eteğinde, banliyöleri de dahil olmak üzere 25 kilometrelik, dünyanın en güzel körfezinin çevresine yayılmış. Şehir ilk defa Büyük İskender tarafından kurulmuş ancak M.S. 2. yüzyılda büyük bir depremle yerle bir olmuş.
Roma İmparatoru Marcus-Aurèlius tarafından yeniden inşa edilen şehir, 250 yıldan daha kısa bir süre önce başka bir depremle tekrar harap olmuş. Günümüzde de periyodik olarak İzmirliler, fayların hala faaliyette olduğunu küçük karasal dansları andıran sarsıntılarla hatırlamak zorunda kalıyorlar.
İzmir, tarihi boyunca birçok savaşa tanıklık etmiş bir şehir. Bu savaşların sonuncusu ise Kemal Atatürk'ün zaferi ile sonuçlanan Türk Kurtuluş Savaşı…
Kordon adı verilen 5 kilometrelik bir rıhtım, kentin merkezinin sınırlarını belirliyor. Devrim sonrası inşa edilmiş at üzerindeki Mustafa Kemal heykelinin kolu ile işaret ettiği yön, Ege Denizi'nin mavi dalgalarına doğru uzanan sembolik bir mesaj içeriyor.
İzmir, genç cumhuriyetin güçlü iradesiyle adeta yeniden yükseliyor. Kentte geniş çaplı bir şehir planı uygulanmaya başlanmış. Tebeşirle bir tahta üzerine çizilmişçesine düzgün, geniş caddeler ve sokaklar, şık bir şekilde inşa edilmiş modern evlerle çevrelenmiş. Yüz binlerce kişinin diktiği genç ağaçlar tüm arterleri kaplıyor. Rusya ve Amerika'da olduğu gibi, tüm sokaklar ve küçük caddeler numaralarla isimlendirilmiş. Sadece ana, büyük caddeler Kemalist devrimin ünlü isimlerini taşıyor.
Hükümet tarafından desteklenen bölgesel bir çalışmayla, bir erkek lisesi, bir kız lisesi, kırka yakın ilköğretim okulu, bir kız meslek okulu ve erkek kardeşi inşa edilmiş. Pembe kaplı betonarme, dik açılarda inşa edilmiş muhteşem bir çocuk hastanesi ise tamamlanmak üzere. Bu projeler biter bitmez, gerekli malzemeler hazır hale getirildiğinde, aynı çizgilerde bir de belediye binası inşa edilecek.
Bu hızlı ilerleme, modernleşme hareketlerine başlamak için beş yüz yıl gecikmiş, 18 milyon nüfuslu bir ulus için çok şaşırtıcı…
Tüm ticaretin yoğunlaştığı şehrin ayakta kalmış eski merkezinde, dükkânlar inanılmaz bir yoğunluk içinde dip dibe hizalanmış. Sabahtan gecenin geç saatlerine kadar coşkulu hayatın devam ettiği bu dar sokaklar, yoldan geçenleri kolayca cezbediyor. Gezmeye gelen turistler, Noel ağacının yanına sıralanmış çocuklar gibi tezgahlara, dükkan vitrinlerine adeta yapışıyorlar.
Umarım bu keyifli ortam, modernleşmek adına yıkılıp, betonlaşmaya terk edilmez. Türk yenilikçilerin şehrin sempatik, güzel tarihinin bu sayfasını tamamen yok etmesi çok yazık olur. Fransa’yı örnek vermemiz gerekirse başkent Paris'in tüm dönemlerinin izleri yüzyıllardır korunmaya devam ediyor.
Şehir merkezinin arkasında kalan tepeleri gezmek için girdiğim dar bir yol beni, ilk defa Büyük İskender döneminde inşa edildiği rivayet edilen bir kale ile çevrelenmiş Pagos Dağı'na çıkartıyor. Bu tepede Türkiye'nin turizm merkezi yapmak istediği İzmir ve çevrelediği Ege Körfezi’nin başrollerini oynadığı eşine rastlayamayacağınız bir manzara ile karşı karşıya kalıyorsunuz.
İzmir ve çevresindeki ilçelerde ünlü kalıntılar var. Son kazı çalışmaları şehrin göbeğinde ikinci yüzyıldan kalma devasa bir Agora'yı gün yüzüne çıkardı.
Buraya çok da uzak olmayan, Homeros’un ölümsüz beyitlerini oluşturduğu antik "Diana Banyoları" şehre cömertçe, saniyede bir metreküp su taşımaya devam ediyor. Bu su kemerlerinin olduğu iç kesimlerde savaşın tahrip ettiği hiçbir yere rastlamıyorsunuz.
İzmir sanayileşmiş bir kent. Dokuma fabrikaları, petrol rafinerileri, tütün fabrikaları ve farklı birçok irili ufaklı imalathane binlerce işçiyi istihdam ediyor. Bölgede en fazla önem verilen ürünler ise dünya çapında bir üne sahip olan kuru incir ve üzüm...
Bir fabrikanın yanından geçerken, aniden yükselen siren sesleri ile irkildim. Halbuki bu siren, işçilerin vardiya değişimlerini hatırlatan bir alarmdan ibaret. Ne mutlu ki İzmir, dünyanın savaşlar ile boğuştuğu bugünlerde sirenlerin ölümcül bombaların gelişini haber verdiği değil, barışçıl amaçlarla çalındığı bir yer olarak kalmayı başarmış.
İzmirliler şehirleriyle çok gurur duyuyorlar. Sokaktaki herhangi birine sorun. Kaçınılmaz olarak şuna benzer bir cevap alacaksınız:
— İzmir, Türkiye'nin en güzel şehri! Türkiye’nin en zengin bölgesi burası. Limanımız ülkenin ikinci büyük limanı konumunda… Şehir her geçen gün gelişiyor. Gelecek İzmir'de!
Halk, Dünya Savaşı’nın buraya da sıçrayabilme ihtimalini düşünmek dahi istemiyor. Sadece savaşın bir an önce bitmesini ve İzmir’in yeniden doğuşunu hızlandırabilmek için çalışmayı arzuluyorlar. Türk hükümetinin onları ne pahasına olursa olsun bu savaştan uzak tutacaklarına olan inançları tam.
Ve yeniden sahile iniyorum…
Daha önce hiç görmediğim bir kızıllıkta şehri terk etmeye hazırlanan güneşin muazzam bir dekora dönüştüğü limanda denizciler sakince pipolarını tüttürüyorlarken ben hastaneye geri dönüyorum.
Çeviri: Efe Yelbuğa / 35 Punto
- devam edecek -