Tarih

19 Mayıs'a Doğru | Orgeneral Cevat'ın Hatıraları

Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışının tanıklarından Cevat Paşa, 1937 yılında Tan Gazetesi’nden Selahattin Güngör’e hatıralarını anlatıyor.

Abone Ol

Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkışının tanıklarından Cevat Paşa, 1937 yılında Tan Gazetesi'ne hatıralarını anlatıyor. 19 Mayıs 1937 tarihinde yayımlanan Selahattin Güngör imzalı yazıda, Cevat Çobanlı'nın Mustafa Kemal ve dönemin İstanbul Hükümeti ile yaşadığı tarihi anlar birinci elden gözler önüne seriliyor.

1335 yılının belki Nisan, belki de bir Mayıs ayı içinde, “İstanbul'un siyah bir tülle saklı gibi” durduğu günlerin birindeydi. Karaköy Meydanı, yatalak kocasının gözü önünde, aşıklarla eğlenen bir kahpe gibi renk renk bayraklarla süslenmişti. Sarsak adımlarla köprüye doğru yürüyordum. Sert bir ayak sesiyle döndüm. Önümden bir yolcu geçiyordu. Ben bu yolcuyu o zamana kadar hiçbir yerde görmemiştim. Yalnız harp mecmualarında çıkan resimlerinden tanıyordum. Mirliva üniformasının keskin hatlarını belli eden geniş göğsü ile, ne güzel, ne asil, ne kahramanca bir yürüyüşü vardı. Yolcu köprünün ortasında durdu. Marmara ile boğazın kucaklaştığı noktada, sıra sıra dizilen yabancı harp gemilerine bakıyordu. Onlara biz de her rastlayışta içimizde derin bir sızı ile bakardık. Fakat bu üniformalı yolcu, bizim baktığımız gibi bakmıyordu onlara. Bir yıldırım, ineceği hedefe; göklerde dolaşan bir kartal, üzerine çullanacağı ava ancak böyle bakardı.

O'nu, annemle birlikte karşı kaldırımdan gözlerimizle takip ediyorduk. Yolcunun köprü üstünde duraklaması uzun sürmedi. Fena bir manzara görmüş de tiksinmiş gibi başını öte tarafa, Haliç’in durgun ve tenha sularına çevirdi. Gergin yanak derileri hassas bir nabız gibi atıyordu. Annem sordu:

"Bir Paşa olacak, kimdir?"

"Evet" dedim, "Bir Paşa... Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa."

O kara günlerde hala bir kumandanımız olabileceğine şaşıyor gibiydik. Teselli edilmiş birer matemzede gibi yaşlı gözlerle birbirimize baktık. Samsun'un büyük yolcusu için Osmanlı Paşası kıyafetiyle bende kalan ilk ve son hatıra budur.

Göztepe ilerisinde geniş bahçeli bir köşk. Büyük Şef’in yakın arkadaşlarından emekli Orgeneral Cevat'ın köşkü. Bir 19 Mayıs gününün arifesinde ilk hatıra gelen Orgeneral, beni, kapının önünde büyük bir nezaketle karşılıyor.

"Buyurun" diyor, "Sizi tanıyacak gibi oluyorum ama…" Böyle vakitsiz rahatsız edişimin sebebini anlatarak kendimi tanıtıyorum. Odaya girer girmez, "Generalim" diyorum, "Yarın 19 Mayıs, Atatürk'ün Samsun'a ayak bastığı gün." Orgeneral, oh çeker gibi, bütün ciğerleriyle geniş bir nefes alarak, "Evet, 19 Mayıs…" diye tekrarlıyor. Ben tekrar söze başlıyorum, "Müsaade buyurursanız, Türk milletine bu kadar uğurlu gelen bir gün hakkında sizden…" Orgeneral sözümü kesiyor, "Bu kadar büyük alaka duymakta haklısınız" diyor; "19 Mayıs yalnız bir devrin değil, bütün bir zihniyetin değiştiği gündür. Harap bir imparatorluk enkazından dipdiri bir devletin kurulacağını bize 19 Mayıs müjdeledi. Yeni Türkiye'nin tarihi yazılırken 19 Mayıs bir dönüm noktası olarak kabul edilecektir; 19 Mayıs'tan önce ve 19 Mayıs'tan sonra... Cefakar Türk milleti 19 Mayıs'ı asırlardan beri bekliyordu. Atatürk'ün Samsun'a ayak basışı, bir kurtuluşun ve bir ayaklanışın ifadesidir."

Orgeneral Cevat bundan sonra heyecanlı bir sesle hatıralarını anlatmaya başladı; "Tevfik Paşa kabinesinde Harbiye Nazırı olarak bulundum. Fakat bu vazifede ancak 15 gün kalmaya tahammül edebildim. Dağılmış bir ordu, çiğnenmiş bir vatan… Ve ben, bu çiğnenmiş vatanda, bu dağılmış orduların idaresine memurum.

Tevfik Paşa'ya çok acı şeyler yazarak Harbiye Nazırlığından istifa ettim. Evime çekilmiş oturuyordum. Bir gün kapıya bir polis memuru geldi. Getirdiği haber şuydu: 'Sadrazam Paşa sizi görmek istiyor'. Sadrazam, yani Damat Ferit… O zamana kadar Ferit Paşa'yı tanımazdım. Fakat kendisi beni çok eskiden tanıdığını, hakkımda iyi kanaatler beslediğini söylüyor ve mutlaka bir vazife kabul etmemi istiyordu.

'Yorgunum, affediniz' dedim. Fakat dinletemedim. Bütün ısrarlarım, hatta Harbiye Nazırı Müşir Şakir Paşa nezdinde beni kendi halime bırakmaları için yaptığım teşebbüsler neticesiz kaldı. Ertesi günü, Umumi Erkân-ı Harbiye Reisliğine tayinimi emir aldım.

Damat Ferit bana ilk günlerde itimat eder görünüyordu. Bu da rahat çalışabilmek için lüzumlu bir şeydi. Atatürk'ün Samsun ve havalisi umum müfettişliği vazifesiyle İstanbul'dan ayrılacağı günler yaklaşıyordu. Bir akşam, Damat Ferit, Nişantaşı'ndaki konağına Atatürk ile beni çağırmıştı. Yemekler yenildikten sonra ortaya bir harita geldi. Damat Ferit, paftayı açtığı zaman ömründe hiç harita görmemiş bir adam gibi parmağını bir noktaya basarak hayretle mırıldandı: 'İşte Mer Noir!' Belki de Karadeniz'in bu kadar geniş oluşuna şaşmıştı. Atatürk harita üzerinde izahat verirken, Damat Ferit de arada bir kendisine, şimdi teferruatıyla hatırlayamadığım bir takım manasız sorular soruyordu.

Nişantaşı'ndaki konaktan Mustafa Kemal ile birlikte çıktık. Karanlık yollarda yarım saat, belki bir saat kol kola dolaştık. Neler konuştuğumuz kolayca tahmin edilebilir. Mustafa Kemal düşünceli görünüyordu. Kafasının içinde tasarlanmış bir planı olduğuna şüphe etmiyordum. O sırada tenha bir sokağın içine girmiştik. 

Ben sordum: ‘Bir şey mi yapacaksın Kemal?’

Atatürk, soğukkanlılıkla cevap verdi:

‘Evet Paşam. Bir şeyler yapacağım ve muhakkak muvaffak olacağım.’

Samsun'a hareketi kararlaştıktan sonra birkaç defa daha görüştük. Öyle sanıyorum ki son mülakatımız bir cuma gününe rastlamıştı. Yanılmıyorsam Vahdettin'in cuma selamlığına çıktığı bir sıradaydı. Yaptığımız bu görüşmelerin birinde bazı tedbirler almayı da düşündük. Eldeki şifrelerin işgal ordusu kumandanlarının eline geçme ihtimali vardı. Fevkalade bir vaziyette bu şifrelerden istifade edilemezdi. En iyisi kendi aramızda yalnız bir defa kullanılmak üzere hususi bir şifre tertip etmekti. Atatürk ile baş başa vererek iki nüshalık bir şifre hazırladık. Biri bende öteki kendisinde kaldı.

Mustafa Kemal Samsun'a gideceği gün, ben onu yolculayanlar arasında yoktum. Aramızdaki sıkı münasebetin fark edilmemesi için buna önceden karar vermiştik. Paraketesiz, pusulasız küçük Bandırma vapurunun aziz yolcuyu salimen Samsun'a bıraktığı haberini büyük bir sevinçle aldım. Fakat arası çok geçmemişti ki Mustafa Kemal'in Anadolu'da bulunması işgal devletlerince hoş görülmemeye başlandı. Onu geri getirmek için İstanbul hükümetine şiddetli bir nota verdiler. Mustafa Kemal, İstanbul'a davet edildi. İşte tam bu sıralarda Atatürk'ten aramızda kararlaştırdığımız şifre ile bir telgraf aldım.

-Beni İstanbul'a çağırıyorlar, vaziyet nedir? diye soruyordu.

Aynı şifre ile çektiğim telgrafta vaziyeti kendisine anlattım.

-Sizin gibi kudretli bir elin Anadolu'da bulunması devletleri kuşkulandırdı. Birtakım sürprizler hazırlamış olabilirler! dedim.

Mustafa Kemal zaten kararını vermişti. İstanbul'a dönmedi. Ve bir ‘ferdi millet’ olarak Anadolu'daki kalkınma hareketini teşkilatlandırmaya devam etti.

Atatürk ile bu tarihten sonra da sık sık muhabereler yaptık. Fedakar bir posta dağıtıcısı vardı. Ortalık kararıp el ayak çekildikten sonra gizlice kapıyı çalar, Anadolu'dan namıma gelen telgrafları bırakırdı. O günler Babıali'de Yunan işgal mıntıkasının hudutsuz surette genişlemesinden dolayı hissedilir bir telaş vardı. Bu telaşın ilk tezahürü, nazırları fevkalade bir toplantıya çağırmak oldu. Şevket Turgut Paşa'nın ısrarıyla ben de bu toplantıda bulundum. Damat Ferit, Avrupa'daydı. Vükelâ Heyetine Şeyhülislam Mustafa Sabri başkanlık ediyordu. Müttefik devletlerin yaptıkları yeni bir teşebbüs, müzakerenin mevzuunu teşkil ediyordu.

Teşebbüs şuydu: Devletler Anadolu'nun silahtan arındırılmasını istiyorlardı. Diyarbakır civarındaki askeri kuvvetlerimiz dağıtılmalı, memleket asayişi muayyen miktarda jandarmanın eline bırakılmalıydı.

Vükelâ Meclisi'nde Ali Kemal ile (Maarif Nazırı) Mehmet Ali'nin (Dahiliye Nazırı) dahil olduğu ekseriyet, itilaf devletlerini gücendirmemek için tekliflerin derhal kabulüne taraftılar. Şevket Turgut Paşa ile ben ise vaziyeti asker gözüyle görüyorduk. Aramızda şiddetli münakaşalar oldu. Ben fazlaca sinirlenmiştim. Ağzıma geleni söylüyordum. Bir ara Galatasaray'dan eski hocam Abdurrahman Şeref, merhum, kabinede sandalyesiz bir nazırdı, yanıma geldi. Ağzını kulağıma yaklaştırarak:

-Aman oğlum, dedi. Çok bağırma… Sana o kadar söylerim!

Münakaşa gitgide öyle şiddetlendi ki, Sabri Hoca celseyi tatil etmek mecburiyetinde kaldı. Meclis dağıldıktan sonra Hoca beni bir kenara çekip şunları fısıldadı:

-Paşa… İyi bil ki, burada söylediğiniz sözler, iki saat sonra, İngiliz ve Fransız temsilcilerinin kulağındadır.

Hoca Sabri'nin yalan söylemediğini sonradan öğrendik. Ali Kemal ile Mehmet Ali, meğerse, devletin bu en mahrem meclisinde geçen sözleri yemeyip içmeyip ecnebilere yetiştiriyorlarmış. Hatta Ali Kemal'in yabancıların da bulunduğu bir toplantıda yüksek sesle:

-Şu Harbiye Nezaretinin altına bir bomba yerleştirip içindekilerle birlikte havaya uçurmalı. Memleketin selameti bunu gerektirir, diye haykırdığını duymuştuk.

İstanbul hükümetini işte bu seviyede ve bu tıynette adamlar idare ediyorlardı.

Bir gün hiç unutmam, Damat Ferit beni çağırdı:

-Hazır olunuz, yakında Avrupa'ya gideceğiz, dedi.

Derhal itiraz ettim:

-Hastayım, Paşam... Gidemem. Affınızı rica ederim, hem benim burada kalmam daha faydalı olur, dedim.

Damat Ferit hemen ayağa kalktı. Elini bana uzatarak:

-Hazırlanmış bir Avrupa seyahatini reddeden bir zata ilk defa rastlıyorum. Sizi tebrik ederim, dedi.

Damat Ferit, Avrupa'dan dönüşünde beni bir daha yanına çağırdı. Fakat bu sefer yüzü değişmişti. Hafifçe kaşlarını çatarak sitemli bir eda ile:

-Paşa… Sizin Anadolu ile muhabere ettiğinizi söylüyorlar, doğru mu? diye sordu.

-Evet, Paşa hazretleri… Doğrudur. Anadolu ile devamlı surette muhabere ediyorum. Bu işin benim vazifelerimden biri olduğuna kanaat etmeliydiniz. Emrederseniz muharebe evrakını size de gösterebilirim, dedim.

Damat Ferit ses çıkarmadı. Fakat iki gün sonra, Erkan-ı Harbiye Reisliğinden azlimle askeri şura azalığına tayinim hakkında bir emir aldım. Askeri şuradayken tabii bir iş görmek imkanı yoktu. Ben de istifa ettim.

Ali Rıza kabinesi mevkiye gelince beni tekrar Umumi Erkan-ı Harbiye Reisliğine geçirdiler. Mersinli Cemal Paşa Harbiye Nazırı olduğu sırada İşgal Kuvvetleri Kumandanlığı, Mersinli ile benim iş başından uzaklaştırılmamızı istediler. Kabine bu talebi reddetti. Siyasi bir mesele çıkacaktı. Ben buna meydan vermeyerek kendiliğimden çekildim. Daha sonrasını biliyorsunuz: Salih Paşa, Sadrazam oldu. İstanbul ikinci bir işgal felaketine uğradı. Biz de birçokları gibi Malta'nın yolunu tuttuk."

Emekli orgeneral hatıralarının sonunu şöyle bağladı: "Gençlik 19 Mayıs'ı unutmamalıdır! Tarihlerinde bir 19 Mayıs bulunmayan nice mağlup milletlerin ömrü, vaat edilmiş bir mesihi bekler gibi, hep bu günü beklemekle geçiyor."

Salâhaddin Güngör
Tan Gazetesi - 19 Mayıs 1937

35 Punto