Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) kuruluşunun 105’inci yıldönümünü, Türkiye Cumhuriyeti İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün 1950 seçimlerinin ardından ifade ettiği "Benim en büyük yenilgim en büyük zaferimdir" sözünü anımsatan tarihi bir yazının 35 Punto özel çevirisi ile kutluyoruz.
Kasım 1957’de İtalyan gazetesi Corriere della Sera’da yayımlanan Francesco Gabrieli imzalı yazıda, Cumhuriyet'i kuran kadroların 'tek parti rejimi’nden -İnönü’nün bir diğer sözüne atıfla ‘mutlakiyetten’- çok partili demokrasiye 'barışçıl geçiş'i vurgulanıyor.
Bugünlerde İtalyanların gözleri, doğal olarak Cumhurbaşkanı Gronchi’yi misafirperver bir şekilde ağırlayan ülkeye, yani Türkiye’ye çevrilmiş durumda.
Ve Türkiye hakkında, kesin olarak Batı ile olan kararlı hizalanması, Silahlı Kuvvetlerinin dikkatli etkinliği, geçmişte ve yakın zamanda yaşanan son derece hassas anlarda soğukkanlı kalmayı başaran liderlerin bilgece tutumu övgüye muhtaçtır.
Benim açımdan, bir Oryantalist olarak burada daha çok Türkiye'nin muhteşem anıtsal mirasını, Hitit, Pers ve Yunan kalıntılarından Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait camilere kadar uzanan arkeolojik ve sanatsal hazinelerine değinmeden geçemem.
Ama kendimi her şeyden önce bir 'zoon politikon', yani siyasal bir varlık olarak gördüğüm için, bugün Türkiye’ye hayranlık ve saygı duymamın asıl nedenini burada ifade etmek istiyorum: Bu, aslında bilinen ama bana göre bizim tarafımızdan yeterince takdir edilmeyen ve vurgulanmayan bir gerçektir; Türkiye, son derece sert olduğunu zannettiğimiz bir tek adam rejimini, kolay ve barışçıl bir şekilde çözerek insanî bir demokrasiye dönüştürmeyi başarmış olmasıyla dikkate değer bir örnektir.
Özgürlük, Türkiye’de ülkede kök salmakta epey zorlandı. Çünkü bundan kırk yıl öncesine kadar orada, yavaş bir çöküş sürecini izlediğimiz, son Müslüman Orta Çağ devleti olan Osmanlı İmparatorluğu yaşamını sürdürüyordu.
Özgürlük, demokrasi ve anayasa fikirlerinin 19. yüzyıldaki cömert öncüleri (özellikle anımsayalım: Mithat Paşa) siyasi olarak ve bazı durumlarda — söz konusu olayda olduğu gibi — fiziki olarak Hamidiye tiranlıkları tarafından ortadan kaldırılmışlardı.
1908-09’daki ‘Jön Türkler’in devrimi, sadece bir özgürlük görüntüsü getirmişti. Çünkü sultanlık devlet biçimi sürdürülmüş, iktidarı ele geçiren grubun içten içe liberal olmayan, milliyetçi ve masonik zihniyeti, birlikte bu görüntüyü pekiştirmişti.
Yine de o aynı gruptan, on yıl sonra çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu'na son darbeyi vuracak, Birinci Dünya Savaşı'nın sonuçlarıyla birlikte imparatorluğu parçalayıp yerine laik ve ilerici Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak adam çıkacaktı.
Atatürk’ün Cumhuriyeti, doğal olarak başlarda demokratik ve liberal bir devletten tamamen farklı bir şeydi: Bu ülke, bir adamın ve onun yarattığı bir partinin dikte ettiği kurallarla kabuk değiştiriyordu.
Şahsen biz, vatan toprağını yabancıdan kurtaran bir kahraman için bile (ve hiç kuşkusuz Atatürk böyle biriydi) ülkesinin kalıcı diktatörü olmasının meşru olduğunu düşünmüyoruz. Ancak, istisnai koşulları, neredeyse Orta Çağ’dan kalma Türkiye’yi modern bir devlete dönüştürmek için aşılması gereken büyük zorlukları görmezden gelerek neden doğrudan çoğulcu demokrasiye geçmediğini de eleştirecek değiliz.
Her hâlükârda, bu ilerici tek adamcılık, Atatürk'ün ömrü kadar sürdü.
Dezavantajlar ve avantajlar
Tüm inkâr edilemez ve büyük olumlu bilanço — ulusal birliğin ve bütünlüğün korunması, en azından bazı toplumsal katmanlarda ve kentsel merkezlerde devletin ve toplumun yenilenip modernleşmesi, ülkenin siyasal ve ruhsal anlamda, İslam devleti anlayışından ve buna bağlı dinî otoritenin (ve bir anlamda kilise benzeri yapının; eski rejimde son derece güçlü olan ulema ve mollaların) egemenliğinden kurtarılması bu devrimin en önemli çıktılarıydı.
Manevî ve entelektüel alanda, özellikle eski mezhepçi dogmatizmin yerine, laik ilerlemecilikten doğan yeni bir düzene geçildi.
Kısacası, içsel anlamda eski ve uyuşuk Osmanlı tiranlığı yerini, modern, dinamik ve müdahaleci bir rejime bırakmıştı. Bu sert kabuk, Atatürk’ün 1938’deki ölümünden sonra çatlamaya başladı.
Sonraki üç yıl boyunca, Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan neredeyse tamamen uzak kalmayı başardı, kazanacak tarafı seçme stratejisi işe yaramıştı.
Tek parti rejimi ise, Cumhuriyet Halk Partisi’nin yanına, daha esnek ve liberal bir programa sahip Demokrat Parti’nin kurulmasının kabul edilmesiyle sona erdi.
Hatırlanması gereken bir tarih
Bu sonucun — yani bir serbest seçimde alınacak neticenin — önceden öngörülebilir olduğu açıktı: otuz yıllık bir yıpratmanın ardından, muhalefet, rakibin zayıflamış olmasından ve halkta biriken yorgunluk ile genel hoşnutsuzluktan faydalanacaktı.
Önemli olan, böyle bir özgür seçim sürecinin gerçekten mümkün hale gelmesiydi; ve belirtmek gerekir ki, 1951 seçimlerini (otuz yıl süren “plebisit”lerden sonra yapılan ilk gerçek seçimleri) ilan eden Cumhuriyet Hükümeti'nin bu özgürlüğü seçmenlere tanımış olması, övgüyü hak eder.
Sonuç: Muhalefetteki Demokrat Parti’nin ezici bir zaferi oldu (yaklaşık 400 milletvekili, iktidar partisinin 70 adayına karşı). Ve dünün iktidar sahipleri — başta Atatürk’ün halefi ve Cumhuriyet’in Cumhurbaşkanı olan İnönü — parlamenter teamüllere uygun şekilde çoğunluğu kaybettiklerinde iktidarı devrederek muhalefete geçtiler.
Bu, Mayıs 1951'de Türkiye'de yaşanan şeçimler çok büyük bir kırılma noktasıydı. Dünya’daki tüm demokratların, son 20 yılda yaşadıkları birçok uğursuz vakanın yanına, beyaz taşla işaretlenmesi gereken bir gün olarak not etmeleri gereken bir tarihti.
Bu tarih, Türkiye’nin ve onun yönetici sınıfının, neredeyse mucizevi bir biçimde, otoriterlikten demokrasiye doğru evrim geçirdiğinin en büyük kanıtı oldu ve Anadolu, dünyaya evrensel bir ders verdi.
O zamandan beri, Demokrat Parti iktidarda (elbette o da bazı eksiklikler ve muhaliflerin dile getirdiği hatalar ve belki de suistimallerle birlikte) görev yapıyor.
Bununla birlikte, ülkeyi ciddi şekilde sarsan ekonomik kriz hâlâ çözülememiş durumda, ancak genel olarak ülke, bir önceki rejime kıyasla daha tatmin olmuş görünüyor — geçtiğimiz ay yapılan ve, aksi kanıtlanmadıkça, özgür bir ortamda gerçekleştiği varsayılan seçimlerdeki ezici zafer de bunu gösteriyor.
Ve Türkiye yoluna devam ediyor, iç ve dış her türlü zorluğa rağmen ilerlemeye devam edecek gibi görünüyor. Parlamento ve hükümete, bireysel olarak tartışmaya açık ama hep birlikte oyunun temel kuralını — yani demokrasinin mihenk taşı olan muhalefetin yaşama ve propaganda yapma hakkını, gelecekteki potansiyel çoğunluk olarak — kabul eden kişiler gönderiliyor.
Tek parti döneminde ülkenin elde ettiği maddi kazanımlardan hiçbiri zedelenmiş ya da kaybedilmiş değil.
Son olarak gençliğimizin ve daha olgun yaşlarımızın acı deneyimleri, bize ortak yaşamın estetik ve mistik bir vizyonu yerine, basit, akılcı ve insani bir yaklaşımı; diktatörlükler tarafından sahte bir idealle sunulan o sahte "en iyi düzen" yerine, demokrasinin sunduğu “daha az kötü” olanı tercih etmeyi öğretti.
Bu mütevazı ve estetikten yoksun bakış açısını paylaşan herkesi, bugünün güçlü ve medeni Türkiye’sini tebrik etmeye, ve onun geleceği için daima övgü dolu dileklerde bulunmaya davet ediyoruz.
12-13 Kasım 1957
Francesco Gabrieli
Corriere Della SeraÇeviri: Efe Yelbuğa / 35 Punto